Hud Suresi, Kur’ân-ı Kerîm’in onbirinci sûresidir. Yüzyirmi üç âyet, bin yediyüz onbeş kelime, yedibin altıyüz beş harftir. Mekkîdir. Âyet sonlarına âhenk veren fâsıla harfleri: Be, Dal, Zel, Ra, Ze, Sad, Tı, Zı, Kaf, Lam, Mim-Nun’dur. Sûre, adını elli ila altmışıncı âyetler arasında kıssası zikredilen Hz. Hûd’dan almıştır. Mirâc’tan sonra inen sûre, Kur’ân sûreleri içinde Miûn bölümünde yer alan yüz âyeti geçkin sûrelerdendir. Ana konusu, davet, korkutma, uyarma, Allah’ın kitabı ve Nuh, Hûd, Salih, Lut, Şuayb, Musa peygamberlerin kıssalarıdır. Sûrenin nüzulünden önce Rasûlullah’ı (s.a.s) koruyan amcası Ebu Talib ile Hz. Hatice vefat etmiş, müşriklerin baskıları artmış ve bu şartlarda Hz. Peygamber en sıkıntılı zamanlarını yaşamıştır. İslâm tarihçilerinin “Hüzün yılı” ve “Fetret dönemi” dedikleri bu dönemde inen Hûd sûresi hakkında Rasûlullah: “Beni Hûd, Vâkıâ, Mürselât, Nebe, Tekvîr sûreleri kocalttı” buyurmuştur (Tirmizî, Tefsîr, 57).
Hûd suresinin ilk bölümü Kur’ân-ı Kerîm’den bahsetmekte, sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberleri, kafirlerin nasıl yalanladıkları ve azabı çağırdıkları anlatılmaktadır.
1. Kur’ân-ı Kerîm:
”Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi olan ve her şeyden haberdar bulunan Allah tarafından birer birer açıklanmış bir kitaptır” (1).
Kur’ân-ı Kerîm, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren (el-Bakara, 2/2) kesin, sağlam, uyumlu, veciz, beliğ, fasih, açık, fazlalık ve eksikliği olmayan bir kitap, bir ferman bir kanun ve öğüttür. Bu kitap, Arapça konuşan bir kavme anlaşılsın diye apaçık bir Arapça ile indirilmiştir (Yûsuf, 12/2; Meryem, 19/9?; eş-Sûra, 42/7; el-Ahkâf, 46/12 vb.).Ona şiir diyenlere onun gibi bir sûre getirin denildiğinde, kafirler taklid etmek istemişler fakat gülünç birtakım laf kalabalığı yapmaktan öteye gidememişler (el-Bakara, 2/23; Yûnuş 10/38; Hûd, 11/13) ve “Peygamberin onu, hevâsından konuşmadığını, ancak vahyedileni aktardığını anlamışlardır (en-Necm, 53/3-4). Bu kitabı bile bile yalanlayanların sonları çok acıklı olmuştur.
Hûd sûresinin başlangıcındaki “Elif, Lam, Râ” buyruğu hakkında müfessirler: “Bununla ne murad edildiğini en iyi bilen Allah’tır” demişlerdir. Ayrıca, bu harflerle başlayan her sûrede mutlaka Kur’ân’dan söz edilmektedir. Bu hurûf-ı mukattaâ harfleri Kur’ân’dan önce de Araplar tarafından şiirde kullanılmaktaydı. Onlar hiç bir zaman Kur’ân’ın bir âyetinin benzerini bile getiremediler. Bu harfler, işte onlara karşı bu meydan okuma ve aciz bırakmaya da işarettir (Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, 1,75 vd., Vlll, 90 vd.). “Yoksa onu kendi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer doğru söylüyorsanız hadi öyleyse onun sûrelerine benzer uydurma on sûre getirin. Hem de Allah’tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın. Söylediğinizi yapamazlarsa bilin ki o ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir. On dan başka tanrı yoktur. Artık müslümansınız değil mi?” (13-14).
Hûd sûresi, Kur’ân-ı Kerîm’in sağ lamlığını böylece daha girişte sunduktan sonra, itikâdî hakikatleri ortaya koymaktadır. Allah’tan başkasına ibadet edilmez. Dönüş Allah’adır Yeryüzünde debelenen bütün canlıların rızkı Allah’a aittir. Onun karar yerini de geçici bulunduğu yeride bilir Bunların tümü apaçık bir kitaptadır. Allah gökleri ve yeri, insanların amel bakımından hangisinin daha iyi olduğunu denemek için yaratmıştır. Kir dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse onda onlara yapıp ettikleri tastamam ödenir; hiçbir eksikliğe uğramaksızın. Ancak onların yaptıkları boşa çıkmıştır ve ahirette onlara ateş azabı vardır. Kur’ân’a inanan, salih amellerde bulunan, Rablerine kalbleri tatmin olmuş halde bağlanan müslümanlar ise Cennet halkıdırlar ve orada temelli kalacaklardır.
Hûd sûresi, bu giriş kısmından sonra geçmiş peygamberlerin gayb haberlerini vermektedir. Bu sûrede kıssaları zikredilen Nuh, Hûd, Salih, Lut, İbrahim, İshak, Yakub, Şuayb, Musa ve Hz. Peygamber gibi peygamberlerin hepsi, Allah’ın birliğine ve sadece O’na itaate çağırmışlardır. Ancak hepsinin de kendi kavimleri yalanlamışlar ve Allah’ın azabıyla helâk olmuşlardır. Bu kıssaların anlatılmasının sebebini de yine Hûd sûresinin son âyetlerinden öğreniyoruz: “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi anlatıyoruz ki, kavminden gördüğün haksız davranışlara karşı kalbin kuvvet bulsun, ruhun açılsın. Bunda da sana hak ve inananlar için bir öğüt ve ibret gelmiştir” (120).
Öğüt ve ibret almacak kıssaların özü şöyledir: Hz. Nuh, (a.s) puta tapan, kötü, zalim, fasık, vicdansız milletine Ulu’l-Azm peygamberlerin ilki olarak gönderildi. Milletini Allah’a ibadete çağırdıysa da onu dinlemediler, yalanladılar, alaya aldılar ve azabı çağırmasını istediler. Hz. Nuh, Allah’ın emriyle bir gemi yaptı; her cinsten birer çifti, aleyhine hüküm verilmemiş olan çoluk çocuğunu gemiye aldı. Tufan çıktığında gemide çok az inanan vardı. Geride kalanların hepsi, Hz. Nuh’un karısı ve kafir olan oğlu da helâk olmuşlardı. Tufan bittikten sonra Nuh’un gemisinden inen mü’minler yeryüzünde halifeler yapıldı.
Ancak bunlardan çoğalanlardan âd kavmi, Ahkâf’ta İrem diye anılır her türlü imkâna sahip olmakla büyüklendiler, âyetleri bile bile inkar ettiler. Allah, Hz. Hûd (a.s.)’ı gönderdi. onlar da azabı istediler. Bunun üzerine pınarları kurudu, yeşillikleri kalmadı, ünlü İrem bağları yok oldu, hayvanları öldü. Hz. Hûd onları tevbe etmeye çağırdıysa da yine putlara tapmaya devam ettiler. Sonunda ufukta gördükleri bir bulutu yağmur bulutu sandılar. Halbuki o azabı getiren buluttu. Her şeyin kökünü kurutan bir rüzgar insanları kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp attı. Rezillik azabını dünya hayatında tattılar, hepsi yok oldular. Allah, Hûd ve inananları rahmetiyle kurtardı.
Hz. Salih (a.s) ile gönderildiği Semûd milletinin kıssası da aynı şekilde tebliğ, yalanlama, azabı çağırma ve yok olma safhalarını anlatır. Şiddetli bir yer sarsıntısı hepsini yok etti, sanki orada hiç yaşamamış gibi olmuşlardı.
Hz. İbrahim (a.s), Hz. Hûd ile kurtulan müslümanların meydana getirdiği yeni nesildendi. Sâbiîler, Bâbil medeniyeti ile büyüklendiler Nemrut, “Allah dostu” Hz. İbrahim (a.s)’ı ateşe attırdı. Fakat Cenâb-ı Allah İbrahim (a.s)’ı kurtardı. O, Bâbil’i terkettiğinde ardında yalnızca ona inanan Lût vardı. Babası bile kâfirler arasında kalmıştı. Hz. İbrahim ve yanındakiler bereketli topraklara gittiler. Tevhid dini, “İbrahim milleti” yoluyla yaşadı .
Lût (a.s); aralarında fuhşun, cinsi sapıklığın yayılarak azgınlaştığı bir ulus olan Sedom’a peygamber olarak gönderildi. Hz. Lût, İbrahim’e ilk inanan, iyilerden, ilim ve hikmet sahibiydi. Ama her peygamber gibi onu da yalanladılar. Lût, Allah’a dua etti. Allah’, Hz. İbrahim’e İshak’ı müjdeleyen iki melek gönderdiği zaman İbrahim (a.s.) Sedom’un yok edileceğini de öğrendi. Elçi melekler Lût (a.s)’ın yanına genç, güzel erkekler şeklinde gittiklerinde Hz. Lût çok sıkıldı. Sedomlular da bu tanınmamış güzel erkeklerin etrafını sardılar. Lût konuklarını rahat bırakmalarım, isterlerse kızlarını verebileceğini söylediyse de Sedomlular sarhoşluk içinde azmışlardı: “Andolsun ki senin kızlarınla bir işimiz olmadığını biliyorsun. Doğrusu ne istediğimizin farkındasın” (79) diyorlardı. Hz. Lût çaresiz bir haldeyken melekler kimliklerini açıkladılar, olacakları ona anlattılar. Sabah yakınken Lût’un evinin etrafındaki azgınlar genç erkek kılığındaki meleklere saldırınca kör edildiler. Lût karısı dışında kalan ailesini aldı ve yola çıktı. Sabah olunca korkunç çığlık Sedomluları yakaladı, üzerlerine taş yağdı, ülkeleri altüst oldu, hepsi helâk oldular.
Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderilen Şuayb * (a.s)ın mücadelesi sonunda bu halkların da sonu aynı Semûd milleti gibi oldu. Korkunç bir gürültüyle yurtlarında çöküp helâk oldular. Sûrede son olarak da Hz. Musa* (a.s)’ı yalanlayarak denizde boğulan Firavn *’dan söz edilmiş ve bütün yalanlayıcı kâfirlerin dünyada da ahirette de lanetlendikleri bildirilerek bu kıssalarla ilgili olarak şöyle söylenilmiştir:
“Bunlar sana doğru haber olarak aktardığımız geçmişlerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmıştır halâ izleri vardır; yeryüzünü geniş görün kimi de biçilmiş ekin gibi yerle bir edilmiş, izi bile kalmamıştır” (100). Yüce Allah onların kendi nefislerine zulmettiklerini azab geldiğinde taptıkları ilahlarının hiç bir fayda sağlamadığını; Allah’ın yakalayı vermesinin pek acıklı ve şiddetli olduğunu; ahiret azabından korkanlara bunda kesin âyetler olduğunu beyan buyurmaktadır. Hûd sûresinin bu son bölümünde anlatılan kıssalardan ibret alınmalıdır: “Seninle birlikte tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru davran. Ve azıtmayın. Çünkü O yapmakta olduklarınızı görendir” (112). Zulme sapanlara eğilim göstermeyin, sizin veliniz ancak Allah’tır. Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Sabret. Rahmet olunanların dışındakiler cehenneme doldurulacaktır.
Sûre şu âyetle sona ermektedir: “Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır. Bütün işler O’na döndürülür. Öyleyse O’na kulluk edin ve O’na tevekkül edin. Senin Rabbin yapmakta olduklarınızdan habersiz değildir” (123).
Kâfirlerin, azgın ulusların hemen her peygamberi yalanladıklarını ve azabı hak ettiklerini, bu kıssalardan anlıyoruz. Bütün sapık milletlerin, aynı üslûpla nebileri ve resûlleri yalanladıkları gibi, Resûlüllah’ın kavminin de onu yalanladığı görülmektedir: Sen de bizim gibi bir insansın, özelliğin ne ki? Kitabı sen uydurdun. Senin sözünle, biz ilahlarımızı terkedecek değiliz. Biz üstünüz; siz peygamberler yumuşak baslı ve zayıfsınız, koruyucunuz da yok. Birer melek olsaydınız ya gibi sözlerle…
İşte hep bu yüzden onlar azabı hak ettiler. Allah onlara zulmetmedi, kendileri nefislerine zulmettiler. Bu, Allah’ın her zaman geçerli olan bir kanunudur. Ve Allah zalimleri yeryüzünde mirasçı kılmaz, amellerini boşa çıkarır. (M. Sait ŞİMŞEK)