ENFÂL SURESİ; Kur’an-ı Kerîm’in sekizinci sûresi. Yetmişaltı ayet, binikiyüz kelime, beşbinikiyüz doksan dört harftir. Fasılası, nun, mim, ba, ra, ta, kaf ve dal harfleridir. Medine’de Bakara suresinden sonra nâzil olmuştur. Sure, İslâm ile şirk düzeni arasındaki Bedir gazvesinden (Furkan gününden) sonra Hicrî ikinci yılda vahyedilmiştir.
“Enfâl”, harp ganimetleri demektir. Aynı zamanda nimet, bir asla yapılan fazlalık manalarına gelen “nefl” kelimesinin çoğuludur. Savaş ganimetleri denilen “ganâim” kelimesi yerine “enfâl” kelimesinin vahyedilmesi, ganimetler* üzerinde kendi hakları olduğunu indî olarak savunan mü’minlere, ganimetin paylaşımının ve hükmün ancak Allah ve Resulü’ne ait olduğunu hatırlatmak içindir.
Bu sure bizzat Bedir savaşında meydana gelmiş bir hâdisenin üzerine ışık tutarak olayın nasıl cereyan ettiği hususunu aydınlığa kavuşturuyor. Ubâde b. es-Sâmit’in rivâyetine göre bu sure, Bedir’de bulunanlar hakkında nâzil olmuştur. Onların ganimetler konusunda ihtilâfa düştükleri, Câhilî huylarının canlandığı bir sırada inerek Allah’ın ganimeti ellerinden aldığını ve Resulullah’a verdiğini ve ganimetin Allah’ın kanunu gereğince dağıtılacağını zikretmektedir. Gerçekten onlardan bazısı, beşer tarihinde bir ayrılık günü (hak ile bâtılın ayrılması) demek olan bir fenomenin değerini düşürerek, onu basit ve ilkel bir ganimet paylaşımı hâdisesine indirgemişlerdi. Halbuki Allah, onlara ve onların ötesinde beşeriyete çok büyük meseleleri öğretmek istiyordu. Olaya, “iki topluluğun karşılaştığı gün” adını veren Allahü Teâlâ bu savaşın Allah’ın takdiri ve yardımı ile kazanıldığını, Allah’ın onları bir musibetle denediğini, zaferin basit bir ganimet paylaşımı sonucuna değil çok daha büyük sonuçlara yol açtığını bildiriyor.
Sure onların ganimetler hakkındaki sorulan ve bu konuda Allah’ın hükmüne başvurulması; Allah’tan korkup itaat etmeleri ve mü’minlerin birbirleriyle çekişmeyip aralarını düzeltmelerinin gerektiğine dair hususları ele alan bir giriş bölümüyle başlamaktadır:
“Sana, harb ganimetlerine dair soru sorarlar; de ki: ‘Canim etler Allah’ın ve Peygamber’inindir.’ Müminler iseniz Allah’tan korkun, aranızdaki münâsebetleri düzeltin, Allah’a ve Peygamber’ine itaat edin “(1)
Sonra onlara dönerek, kendi kendileri için istedikleri ve gözettikleri hususla, Allah’ın gözettiği husus arasındaki farkı hatırlatıyor. Kendilerinin yeryüzünün gerçekleriyle ilgili gördükleri şeylerle, onların gerisinde cereyan eden Allah’ın takdirini gösteriyor:
“Nitekim, Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı da, müslümanların bir kısmı bundan hoşlanmamıştı” (5).
“Hak apaçık meydana çıktıktan sonra bile onlar bu mevzûda, sanki göz göre göre ölüme sürülüyorlarmış gibi, seninle tartışıyorlardı” (6).
“Hani Allah iki tâifeden birini size va’detmişti de; siz, kuvvetsiz olanın size düşmesini istiyordunuz. Oysa, suçluların hoşuna gitmese de, hakkı ortaya çıkarmak ve bâtılı tepelemek için, Allah emirleriyle hakkı ortaya koymak ve inkârcıların kökünü kesmek istiyordu” (7).
“O, günâhkarlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı geçersiz kılmak için böyle istiyordu. ” (8).
Sonra, onlara gönderdiği yardımı, kolaylaştırdığı zaferi ve bunun neticesi kendi fazl ve keremiyle takdir ettiği mükâfatı hatırlatıyor:
”Hani siz Rabbinizden yardım dilemiştiniz. O da”Ben size, birbiri peşinden bin melekle yardım ederim”diyerek duanızı kabul buyurmuştu ” (9).
“Allah bunu ancak bir müjde olarak ve kalplerinizin yatışması için yapmıştı. Yardım ancak Allah katındandır. Allah azîzdir, hakîmdir” (10).
“Allah, kendi tarafından bir emniyet işâreti olarak sizi hafif bir uykuya daldırmıştı. Sizi arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve sebâtınızı arttırmak için gökten su indirmişti” (11).
“Hani Rabbin meleklere, ‘şüphesiz ki ben sizinle beraberim. Haydi îman edenlere sebat ilham edin ‘ diye vahyediyordu. “Ben inkâr edenlerin kalplerine korku salacağım. Artık onların boyunlarını vurun, parmaklarını doğrayın. “; “Çünkü onlar Allah ve Resulüne karşı geldiler. Kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse Allah’ın cezası cidden çetindir” (12-13).
“Bu sizin, öyleyse tadın onu. Kâfirlere bir de ateş azâbı vardır” (14).
Böylece, surenin seyri bu sahalarda ilerleyerek savaşın tamamen Allah’ın takdiri ve tedbiriyle, O’nun yol göstermesi ve yönlendirmesiyle cereyan ettiğini tescil ediyor; O’nun yardımı, takdir ve kudretiyle kendi yolunda ve kendisi için yapıldığını arzediyor. Bunun için de önce savaşanları, ganimet meselesinden uzaklaştırıyor; bunun Allah ve Resulü için olduğunu beyan ediyor. Tâ ki Allah, onu kendilerine tekrar verirse bunun, Allah’ın fazlı ve ihsânıyla olduğunu anlasınlar. Bunun gibi ayrıca onları her türlü arzu ve hislerden uzaklaştırıyor ki yaptıkları cihadın sırf Allah rızası için olduğu ve yalnız O’nun için savaştıkları anlaşılsın. Nitekim bu gibi ayetlere muhtelif şekilde rastlıyoruz: “Ey müminler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman savaştan kaçmayın. Kim onlara böyle bir günde -yine savaşmak için bir yana çekilen ya da bir başka bölüğe katılmak için yer tutanın dışında- arkasını çevirirse şüphesiz o Allah’ın gazâbına uğramıştır; Onun yurdu Cehennemdir; ne kötü bir yataktır o ” (15-16).
“Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Atlığın zaman da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı. Allah bunu, mümînleri denemek ve onlara güzel bir lütufta bulunmak için yapmıştı. Doğrusu Allah semîdir, alîmdir” (17).
“Yeryüzünde azlık olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi esir olarak alıp götürmesinden korktuğunuz zamanları hatırlayın. Allah, şükredesiniz diye sizi barındırmış, yardımıyla desteklemiş ve temiz şeylerle rızıklandırmıştır” (26).
Müminlerin katıldıkları her savaş Allah’ın takdiri ve tedbiriyle meydana gelmektedir. O’nun rehberliği, yön vermesi, yardımları ve takdiri ile kendi yolunda ve kendisi için cereyan etmektedir. İşte bunun için, sure içerisinde de bu savaşlarda sebat etme, ileriye doğru gitme, savaşa hazırlanma, Allah’ın yardımına güvenme, savaştan kaçmaktan sakınma, mal ve evlat fitnesinden korunma, savaşın adabına riâyet etme konusunda ve insanlar üzerinde diktatörlük kurup gösteriş yapmak için savaşa çıkmamak hususundaayet-i kerîmeler tekerrür ediyor:
“Ey iman edenler, harb için ilerlerken kâfir olanlarla karşılaştığınız zaman onlara arka çevirmeyin” (15).
“Ey iman edenler, bir toplulukla karşılaşırsanız dayanın, başarıya erişebilmeniz için Allah’ı çok anın ” (45).
“Bilin ki mallarınız da, evlatlarınız da ancak birer imtihandır. Büyük mükâfat ise şüphesiz Allah katındadır” (28).
“Ey iman edenler, onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah’ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere- kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda sarfettiğiniz her şey, size haksızlık yapılmadan, tamamen ödenecektir” (60).
Böylece meseleler boşlukta bırakılmıyor, aksine şu derin ve değişmez açık esaslar çerçevesinde toplanıyor:
I- Ganimetler meselesinde Allah’tan korkmaya (1), Allah’ı anarken titremeye (2); imanın Allah’a ve rasûlüne itâatle ilgili olduğuna (20), dair işâret yeralıyor.
II- Savaş, Allah’ın tedbir ve takdirine havâle ediliyor; savaşı bütün merhaleleri ile Hakkın yönettiğine işâret ediliyor (42).
III- Savaş hâdiseleri sırasında ve elde edilen neticelerde yine Allah’ın yardımı, inâyeti ve O’nun rehberliği ön plâna çıkarılıyor (17).
IV- Savaşta sebat göstermeyle emrolunurken, Allah’ın isteğine göre hayat sürüleceği, Allah’ın kişi ile kalbi arasına gireceği ve kendisine tevekkül edenleri mutlak şekilde muzaffer kılacağı hususunda beyanlar vârid oluyor (24, 45).
V-Savaştan sonraki hedefin belirtilmesi ile ilgili olarak şu hüküm yeralıyor:
“Yeryüzünde fitne* kalmayıncaya ve din * tamamen Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın ” (39).
“Yeryüzünde savaşırken, gâlibiyeti sağlamadıkça esir almak hiçbir peygambere yakışmaz. Geçici dünya malını istiyorsunuz; oysa Allah âhireti kazanmanızı ister. Allah azîzdir, hakîmdir” (67).
VI- İslâm cemiyetindeki münasebetlerin tanzîmi; İslâm cemiyetiyle diğer cemiyetler arasındaki ilişkiler açıklanırken, İslâm cemiyetinin ana kaidesinin ve onu diğer toplumlardan ayıran en önemli farkın akîde olduğu belirtilerek, safların ilerlemesinde veya gerilemesinde temel unsurun itikadi değerler olduğu açıklanıyor (72, 73, 74).
Nüzul Ortamı:
İslâm’ın ilk on yıllık Mekke döneminde İslâmî hareket gücünü göstermiş, her türlü zulme başkaldırarak, Allah’ın birliğini tebliğe başlamış, müşrik Mekke toplumunu Allah’tan başka ilâh olmadığı ve Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna çağırmış, müşriklerin baskı ve terörünün müslümanları tehdit etmesi ve İslam’ın Allah tarafından yönlendirilen hareketinin yönü Medine’de bir İslâm devleti kurulmasına doğru çevrilmişti. İşte burada müslümanlar büyük bir imtihanla sınandılar. Hicretin birinci yılında Hz. Peygamber, kan akıtmaksızın, sulh ve ittifak antlaşmalarıyla Kızıldeniz ile Suriye yolu arasında yaşayan kabilelerle ve yahudilerle anlaşmış, küçük müfrezelerle çevrede İslâm devletinin gücünü tanıtmıştı. İkinci yılda (623), büyük bir Kureyş kervanı, Medine’den kolaylıkla saldırılabilecek bir mesafeden geçmek durumundayken, kervanın başındaki Ebû Süfyân, Mekke’den, muhtemel bir müslüman saldırısına karşı imdat istemiş ve Mekkeliler bin kişilik bir orduyla hem kervanlarını korumak hem de artık Muhammed (s.a.s.)’e bir ders vermek ve İslam devletini yok etmek için hareketlendiler ve Bedir’de konakladılar.
Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’de Muhâcirler * ve Ensâr * ile durumu istişâre etti; bir kısmı hariç bütün ashâbı gönülden onunla sonuna kadar birlikte olduğunu söylediler ve üç yüz kişi civarında bir askerî birlik hazırlandı. İki ordu Bedir’de karşılaştı ve Allah’ın yardımıyla işte bu büyük imtihanda müslümanlar müşriklere karşı kesin bir zafer kazandılar.
Nüzul Sebepleri:
Enfâl suresi, Bedir gazvesinde ele geçirilen ganimetlerin paylaşımında ihtilâf çıkması üzerine; bir diğer görüşe göre, genç müslümanların çarpışmada önceliklerinin olması ve ihtiyarların geri kalmalarından, gençlerin da ha fazla ganimet istemeleri, ihtiyarların da eşit seviyede bölüşümü istemeleri üzerine; yahut Bedir’de hazır bulunmayanlardan sekiz kişiye Resulullah’ın hisse vermesi yüzünden bazı ashâbın, bu kişilerin savaşa katılmadıkları ve ganimeti hak etmediklerini söylemeleri üzerine nâzil oldu. Bunlardan Hz. Osman hanımı hasta olduğu için, Said b. Zeyd ile Talha Şam tarafına gittikleri için Ebû Lübâbe de Medine’de vekil bırakılması nedeniyle savaşa katılamamışlardı .
Sure, Bedir savaşına ait hükümleri, ganimeti konu almasına rağmen, müminlerin vasıflarına değinerek esas olarak cihadın anlamını da ihtivâ etmektedir. Mekke döneminde cihad farz kılınmamıştı. Mekke’de silahlar çekilmemişti, açık bir tebliğ yapılabiliyordu. Bu dönemde İslâm tevhîdi tebliğ etti, insanları eğitti, bilinçlendirdi, taraftar topladı, bey’atler alındı, imana dayalı bilgilendirme, örgütlenmeye ağırlık verildi; müslümanların sayısı çok azdı ve zulümlerin artmasıyla hicret emri geldi. Hicret bir değişim olayıdır ve bundan sonra İslâm’ın devletleşmesine doğru adım adım geçilmiştir. İşte bundan sonra cihad ayetleri indi; fitnenin kaldırılması ve Allah’ın hükmünün hâkim kılınması çalışması başladı. Bedir’e gelinceye kadar birkaç küçük seferle ve barış yoluyla tebliğ devam etti ve asıl büyük cihad imtihanı Bedir’de verildi.
Allah, Bedir savaşının kendi takdiriyle ve yardımıyla kazanıldığını beyan ederek, cihadın gayesinin “ila-yı kelimetullah”* olduğunu, basit bir ganimet paylaşımı yüzünden birbirleriyle çekişmemelerini, Allah’a ve Resulüne itaati emrediyor. Surenin bildirdiğine göre savaştan firar edenlere acıklı bir azâb vardır. Allah’ın hükmüne uymak gerçek imandır. Ganimetin beşte biri (humus) * Allah yoluna, Rasûlullah ve hısımlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış yolculara ayrılacak, geri kalanı savaşçılara dağıtılacaktır. Bedir gününün manası, hak ile bâtılın ayrıldığı gün olmasıdır: Artık, yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Siz muhâcirler azınlıktınız ve korkuyordunuz da Allah sizi ev-bark sahibi yapıp rızık vermiş, kuvvetlendirmişti. Hainlik etmeyin, mallar ve evlatlar ancak birer imtihandır; büyük mükâfat Allah katındadır. Allah’tan korkun ki o sizi nurlandırsın, yarlığasın. Allah ne güzel mevlâdır. O murdar kâfirler cehennemliktirler. Firavun hanedanı ve önceki murdarlar da öyle olmuştu. İşte şeytan kâfirleri büyüklendirerek yoldan çıkartır ve sonra onları terkeder. Yeryüzünde yürüyen hayvanların en kötüsü bu sağır ve kör olan kâfirlerdir. Onlar ne inanırlar, ne de ahidlerinde sâdıktırlar: hâindirler. Allah kaynaştırmasaydı müminler de birbirlerine düşman olurlardı. Kâfirler bile birbirinin yardımcılarıyken, müminler birbirinin velisi olmazsa yeryüzünde fitne ve fesad çıkar. Allah her şeyi hakkıyle bilendir.
Surenin açıkladığı sonuçlarda, beytülmâl’in kuruluşu, fidyesi verilen esirlerin serbest bırakılması, emânetlere ihanet edilmemesi iyiliği emr ve kötülükten nehyeden* (emr-i bil ma’ruf nehy-i an’il-münker) geri kalınmaması ve bir fitnede herkesin istisnasız helâk olacağı, artık düzenli bir teçhizâtı tam bir ordu bulundurmayı, uluslararası antlaşma ilkelerini, sabrı ve tefakkuhu, dâru’l-İslâm’da yasayanlarla oraya hicret etmiş olanlar hakkındaki velayeti *, vârisliklerini, va’rettiği görülmektedir. (Halid ERBOĞA)