Hazreti İbrahim kimdir? Hz İbrahim babasının adı nedir? hz ibrahim kıssasından ne gibi ilkeler çıkarılabilir. İşte İbrahim Peygamber Kıssası (Hazreti İbrahim Hayatı) İbrahim Aleyhisselamın Hayatı, hz İbrahim kimdir sorusunun cevabı ve hz ibrahim hayatı (İbrahim Peygamber Hayatı) hakkında tüm detaylar…
Hazret-i İbrahim “Ulü’l-Azm (azm sahibleri)” denilen büyük peygamberlerden biridir. Bunlar, bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhisselâm, Nuh aleyhisselâm, Musa aleyhisselâm ve İsa aleyhisselâm olmak üzere beş peygamberdir.
Nuh peygamberin çocukları yeryüzüne dağıldıktan sonra Ham’ın soyundan “Nemrud” adında bir adam, birçok kabileleri başına toplayarak Babil’de, şimdiki Musul şehrinin bulunduğu yerlerde Babil hükümetini kurmuştu. Babil ülkesine “Geldanistan” denildiği gibi, hükümdarlarına da “Nemrud” denilir.
Babil halkı arasında “Saibe” denilen sapık bir din türemişti. Bunlar, güneşe, aya, yıldızlara, putlara ve hükümdarlara tapmakta idiler. Yüce Allah, Nemrud İbni Ken’an zamanında Babil halkına İbrahim aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdi. O’na on sayfalık kitab verdi.
Hazret-i İbrahim, Babil halkına gerçek dini bildirmeye başladı, onları hak dine çağırdı. Doğup batan, sönüp giden şeylerin tapılmaya uygun bulunmadıklarını onlara söyledi. Fakat onlar aldırmadılar. Bir yortu günü insanlar şehir dışına çıkmışlardı. İbrahim aleyhisselâm şehirde kaldı. Putların bulunduğu yere giderek bir kısım putları kırdı. Elindeki baltayı da büyük bir putun boynuna astı. İnsanlar şehire dönüp bu durumu görünce, bunu Hazret-i İbrahim’in yaptığını anladılar.
Hazret-i İbrahim de:
– “Eğer söyleyebilirse sorunuz; bunu bu büyük put yapmıştır!” dedi. Dediler ki:
– “Hiç cansız olan bir put böyle bir şey yapabilir mi?” Hazret-i İbrahim de:
-“Madem ki bunlar cansız, ellerinden bir şey gelmez şeylerdir; artık niçin bunlara tapıyorsunuz?” dedi.
İbrahim aleyhisselâm bu cahil kavme, ne kadar sapıklık ve anlayışlık içinde kaldıklarını bu hareketi ile anlatmak istemişti. Bunun üzerine hepsi de biraz sustular, cahilliklerini anlar gibi oldular. Ne yazık ki, cehalet gururları tekrar baş gösterdi. Sapıklıklarında ısrar ettiler. Hazret-i İbrahim’i, yaktıkları büyük bir ateş içine attılar. Fakat ateş, Yüce Allah’ın emri ile gül bahçesi kesildi, O’nu yakmadı. Bu Allah’ın büyük bir mucizesi idi. Bunu görenlerden bazıları iman ettiler. Hazret-i İbrahim de bu iman edenleri ve kendi aile halkını yanına alarak Şam memleketine hicret etti. Bir aralık kıtlık olunca Mısır’a gitti. Sonra da dönüp Ken’an ilinde (Beyt-i Makdis) çevresinde bulundu.
İbrahim aleyhisselâm rivayete göre, Âdem aleyhisselâm’ın yaratılışından üç bin üç yüz otuz yedi sene sonra Babil’de doğmuş ve yüz yetmiş beş veya iki yüz sene yaşamıştır. Kudüs’e bağlı “Halilürrahman” kasabasında bir mağara içinde zevcesi Sare ile beraber gömülmüştür.
Hazret-i İbrahim‘e “Halilullah” denir. Ona bütün milletler saygı gösterir. Son derece misafirsever idi. Minberde hutbe okumak, misvak kullanmak, sünnet olmak, tırnak kesmek işleri, Hazret-i İbrahim’in bazı sünnetlerindendir. Kâbe-i Muazzama’yı, oğlu İsmail aleyhisselâm ile ilk olarak veya yenileyerek inşa etmiştir.
İŞTE HAZRETi iBRAHiM ALEYHİSSELAM HAYATI
Mezopotamya ve civarında hüküm süren Nemrud zamanında dünyaya gelir. Nemrud, şahıs ismi olmayıp tıpkı firavn, şah vb. gibi bir ünvandır. Asıl ismi kaynaklarda değişik olarak bildirilmektedir. Ancak yeryüzünde ilk cihan devletini kurmuş olduğunu öğreniyoruz.
Nemrud, saltanatının ilk yıllarında halkına adalet ve insaf ile muamele eder. Sonradan kendisini ilah ilan edecek kadar sapıtır. Bu durumu şu ayet-i kerîmeden öğrenebiliyoruz. “Allah kendisine mülk ve saltanat verince (azarak) İbrahim ve Rabbi hakkında mücadele edeni görmedin mi?”
Antik bir duvar resminde krala secde edenler
Nemrud, gördüğü bir rüya üzerine yakınlarına danışır. İlk birkaç batında doğacak çocuklardan birinin Nemrud’un saltanatını yok edeceği iddiasıyla erkek çocuk doğumunun yasaklanmasına karar verilir. Erkek doğan bebekler imha edilirler. Bu emrin verildiği sırada Hazret-i İbrahim’in annesi hamiledir ve kocası vefat ettiği için kayınbiraderi Azer’in himayesindedir. Katliamın sürdüğü bir sırada gizli bir mağarada çocuğunu dünyaya getirir.
Burada büyür. Mağaradan çıktıktan sonra insanların güneş, ay ve venüs gezegenine tapındıklarını görünce bu cisimleri gözler ve “Bunlar benim Rabbim olamaz. Ben batanları sevmem” diyerek Nemrud idaresindeki putperest sistemi kökünden reddeder.
İbrahim aleyhisselamın üvey babası Azer, aynı zamanda puthane idarecisiydi. Geçimini put/heykel ticareti yaparak sağlıyordu. Putların satış yerine götürülmesinde İbrahim aleyhisselamın da yardımcı olduğunu görüyoruz ancak bir farkla ki o, putların boyunlarına ip bağlayarak sürüye sürüye satış noktasına götürüyordu. Bazen de bir su kenarında putların kafasını suya sokarak; “Susamışsınızdır, için…” diyerek alay ediyordu. Böyle yapmakla taş ve tahta parçalarının hiç bir kıymeti olmadığını halka göstermek istiyordu. O günkü küfür sisteminin bir parçası olan üvey babası Azer’i de ikaz ederek sonsuz azaba düşmemesi için yalvarıyordu.
Bir gün, kavmin bayram yerinde eğlendiği bir sırada, kimsenin olmadığı bir anı kollayıp, Azer’in idare ettiği tapınağa girer. Bütün putların kafasını kırar ve elindeki baltayı da en büyük putun yanına bırakarak puthaneyi terkeder. İnsanlar bayram yerinden döndüklerinde yıkıntıları görünce feryad ederler. Kısa sürede bu işin Hazret-i İbrahim tarafından yapıldığı anlaşılarak yakalanır. Sorgulaması esnasında aralarında şu konuşma geçer; “Belki bunu, onların büyüğü yapmıştır. Sorun o küçük putlara, konuşabiliyorlarsa cevap versinler. Bunun üzerine (halkın kafası karışır) kalpleri ile tefekkür ederek birbirlerine; “Doğrusu siz konuşamayan, işitmeyen şeylere tapmakla zalimlerden olmuşsunuz.” derler. Fakat sonra tekrar eski küfür ve isyanlarına dönerek (İbrahim’e); Sen de biliyorsun ki, bu putlar konuşamazlar. Niçin onlara sormamızı istiyorsun? deyince İbrahim şöyle cevap verir; O halde Allah’ı bırakıp ta size hiçbir fayda vermeyecek olan şeylere tapıyorsunuz. Yazıklar olsun size ve taptığınız putlara. Hala akıllanmayacak mısınız?..”
Bu konuşmalardan sonra Nemrud girer devreye ve Hazret-i İbrahim’i köşeye sıkıştırmaya kalkarak halkın gözünde aciz duruma düşürmek ister. Bu olayı Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurmaktadır; “Allah, kendisine mülk ve saltanat verdi diye azarak İbrahim ile Rabbi hakkında mücadele edeni görmedin mi? İbrahim ona; “Benim Rabbim hem diriltir, hem de öldürür” dediği zaman o (Nemrud); “Ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. İbrahim; “Allahü teala güneşi doğdan getiriyor, sen de batıdan getir bakalım” deyince o kafir şaşırıp tutuldu. Allah, zalim topluluğu başarılı kılmaz.”
Bütün bu olanlar putperest toplumun içine bir bomba gibi düşmüştür. Nemrud ve ileri gelenler halkın önünde rezil olmuşlardır. Bunun, devleti sarsacak boyutlara ulaşmasından korkan Nemrud derhal emrini verir; Hazret-i İbrahim ateşe atılacaktır. Vakit geçirmeden hazırlıklara başlanır ve devasa bir ateş yakılır. Sıcaklıktan yanına yaklaşılamadığı için Hazret-i İbrahim mancınıkla ateşin içine atılacaktır. Halkın gözü önünde işlenecek bu cinayetle İbrahim aleyhisselamın Nemrud rejimi için tehlikeli olan fikirleri de yakılmış olacaktı. Bütün hazırlıklar bittikten sonra Hazret-i İbrahim ateşe atılır. Nemrud ve avanesi, büyük bir tehlikeden kurtulduklarına sevinerek işlerine dönerler. Oysa onların akıllarının ucundan bile geçmeyecek bir mucize gerçekleşir. Hazret-i İbrahim daha ateşin içine düşmeden Allahü tealanın emri gelir; “Ey ateş, İbrahim’e serin ve selametli ol!..” Ateş, yakma özelliğini kaybeder. Abdullah b. Abbâs hazretleri; Eğer Allahü teala, serin ol emrinden sonra selametli ol emrini vermemiş olsaydı, bu sefer ateş, soğukluğuyla Hazret-i İbrahim’i yakardı demiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm bu olayı anlatırken; “Onun ateşten kurtulmasında iman edecek bir topluluk için şüphe götürmez ibretler vardır” buyurmaktadır. Modern bilim soğuk ateşin de cisimleri yaktığını son yüzyılda öğrenmişti.
Ateşin sönmesi bir kaç gün sürer. Alevler yok olmaya başladığında Hazret-i İbrahim’in korkunç ateşin içinde sağ olarak durduğunu görerek Nemrud’a haber verirler. Nemrud bu olay üzerine Hazret-i İbrahim’le uğraşmak istemez. Ancak iman etmediği gibi onun yaptığı tebliğe de izin vermez. Apaçık görülen bu mucize karşısında bile toplumun büyük bir kesimi suskun ve kayıtsız kalır. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam; “Ben kavmimin arasından Rabbimin emrettiği yere hicret edeceğim. Şüphe yok ki; Allahü teala azizdir. Herşeye üstündür. Hakîmdir, hükmünde hikmet sahibidir” diyerek hanımı Sârâ, kardeşinin oğlu Hazret-i Lût ve kendisine inanan küçük bir toplulukla birlikte hicret eder.
Kaynaklar, Hazret-i İbrahim’in bir süre ortadoğuda dolaştığını, bir süre Filistin’de ikamet ettiğini ve sonra Mısır’a gittiğini yazar. Bu sırada yolda Lût aleyhisselam peygamberlikle şereflenir ve Filistin’in Ğor diyarına gider.
Bu sırada geride kalan Nemrud ve putperest halkı acı bir sürpriz bekliyordur. Nereden geldikleri anlaşılamayan milyarlarca sivrisinek kara bir bulut gibi başkenti kaplar. İnsanlar sokağa çıkamaz hale gelir. Sıkı sıkıya kapandıkları halde evlerinde de rahat edemezler. Üretim durur. Sosyal hayat yok olur. Nemrud da bu felaketten arslan payını alır. Sivrisineklerden arındırılmış bir odada uyurken burnuna kaçan bir sivrisinek günlerce ona kan kusturur. Yaratılmışların en acizlerinden olan minik sivrisinek Nemrud’un burnundan girerek beynine yakın bir bölgeye yerleşir. Onun için burası, her türlü tehlikeden uzaktır ve çevresindeki yüzlerce kılcal damar, birer şerbet ve bal akıtan nehir gibidir. Nemrud, kafasının içindeki dayanılmaz kaşıntının sebebini bilemez. Izdırabını ancak ucuna keçe sarılmış topuzlarda arar. Kaşıntı oldukça hizmetçilerine topuzla başına vurmalarını emreder. Bu azap haftalarca sürer ve bir gün dayanamaz ölür. Bu sırada başkentte sivrisinek felaketi de son bulmuştur. Devletin ileri gelenleri Nemrud’un bu halini merak ettiklerinden cesedinde otopsi yaptırırlar. Kafatası açıldığında içinden, kocaman bir hamam böceği haline gelmiş sivrisinek çıkar. Allahü teala, kibir ve azamet sahibi geçinen bir insanın bu dünyadaki cezasını küçücük bir mahlukuyle vermiştir. Nemrud öldüğünde devletin sınırları ortadoğunun tamamını kaplıyordu. Ama kudreti, o zamanki dünyanın tamamına hakim durumdaydı. Güç ve kudretin zirvesindeyken tepetaklak olmuştu. Onun ölmesiyle devleti parçalanıp dağılıverdi.
İbrahim aleyhisselam bütün ortadoğuyu dolaştıktan sonra bir süre Filistin’de oturur. Daha sonra yanında hanımı olduğu halde Mısır’a gider. Mısır’da hükümdar olarak Sâruk veya Sînân adı verilen müstebit birisi vardır. Güzel bir kadın gördüğü zaman hemen el koyardı. Eğer evli ise kocasını öldürtürdü. İbrahim aleyhisselamın hanımı Hazret-i Sâre, çok güzel olup hüsn-ü cemal sahibi idi. Görevliler hemen hükümdara haber gönderirler. Hükümdarın adamları gelerek Hazret-i İbrahim’e; “Yanındaki kadın neyin oluyor?” diye sorunca; “Kızkardeşim olur” cevabını verir. Daha sonra Hazret-i Sare’nin yanına giderek; “Sakın beni yalanlama, öyle bir yerdeyiz ki burada senden ve benden başka Allah’a inanan yok. Bu nedenle sen benim dinde kardeşimsin. Asla korkma, Allahü Teala bizimledir. Bize zarar gelmeyecektir” dedi. Bu hazin olayı Efendimiz özetle şöyle anlatmıştır; Hazret-i Sârâ görevliler tarafından saraya götürülür. Hükümdar ona sarkıntılık etmeye kalkınca nefesi daralarak yere düşer ve debelenmeye başlar. Bu hal bir kaç kere tekrar eder. Sonuncusunda Hazret-i Sare’ye yalvararak bu durumdan kurtulmayı ister. O da; “Ya Rabbi, bu adam ölürse benden bilirler” diyerek dua edince hükümdar kurtulur. Derhal adamlarına emir vererek; “Siz bana insan değil bir şeytan getirmişsiniz. Bu kadını benim topraklarımdan çıkarın. Kendisine Hacer’i de hizmetçi olarak verin” der.
Hazret-i Sârâ, Hacer’i de yanına alarak İbrahim aleyhisselamın yanına giderek durumu anlatır. Mısır hükümdarının Hacer’i seçmesinin sebebi, kendi kültürüne uymadığındandı. Nitekim Hazret-i Hâcer, asil bir yaratılışa sahip olduğunu, Mısırlıların ahlaksızlıklarından uzak durduğunu gösterecektir.
Burada bir parantez açarak olayın Kitab-ı Mukaddes’teki yansımasına bakalım. Tevrat’ta bu olay, hükümdarın Hazret-i Sârâ’ya el koyduğu ve İbrahim aleyhisselamın da uygun gördüğü şeklinde anlatılır. Bu satırlar mukaddes olan Tevrat’ın hahamlar tarafından nasıl tahrif edildiğinin göstergesidir. Şerefsiz bir hayat süren bazı yahudi yöneticiler ve din adamları, ulu’l azm bir peygamberi kendileri gibi zannederek olayı, yüz kızartıcı bir şekle sokmuşlardır. Bu tahrifler sonunda, dönemin yöneticilerinden yüklü bahşişler almışlardı. Efendimiz bu olayı anlatırlarken yahudilerin bu şerefsizliklerini yüzlerine çarpmaktadır.
Hazret-i İbrahim, ailesi ve Hâcer ile birlikte Filistin’e yerleşir. Burada, Allahü tealanın bereketi ile çok zengin olur. Bunun yanında etrafa silahlı birlikler gönderecek kadar güç sahibi de olmuştur.
İbrahim aleyhisselam bir gün dere kenarında bir hayvan leşi görür. Etrafına toplanmış yüzlerce hayvancık leşi parçalamakla meşguldür. Onları seyrederken, zerreler halinde dağılan ve herbiri başka başka yerlere giden bir hayvanın ahirette nasıl dirileceğini düşünür. Bunu gözleriyle görmek ister. Allahü teala ona dört ayrı kuş almasını, onları parçalamasını ve her bir parçasını değişik dağ başlarına koymasını ve daha sonra da çağırmasını ister. İbrahim aleyhisselam bunları aynen uyguladığında kuşların dirilerek kendisine geldiği görür.
Bu sırada, Hazret-i İbrahim’in yaşı ilerlemiş olmasına rağmen hiç çocuğu olmamıştı. Allahü tealaya; “Ey Rabbim, bana salihlerden bir oğul bağışla ki, davet ve taatte yardımcım ve gurbette munisim olsun” diye dua eder. Hazret-i Sârâ, İbrahim aleyhisselamı sevindirmek için Hacer’le evlenmesine izin verir. Bu evlilikten Hazret-i İsmail doğar. İbrahim aleyhisselamdaki Muhammedî nurun önce Hazret-i Hâcer’e, sonra da Hazret-i İsmaile geçtiğini gören Hazret-i Sârâ gayrete gelir ve her ikisini de götürüp bir yere bırakmasını ister. İlahi emir de buna uygun gelir. Hanımı Hâcer ve ile oğlu İsmail‘i yanına alarak yola çıkar. Bir ay süren yolculuktan sonra, her ikisini de o günlerde ıssız ve çorak bir yer olan Mekke Vadisi’ne bırakır. Daha sonra tekrar Filistin’e döner.
İbrahim aleyhisselam, sonraki yıllarda bir kaç kez Mekke’ye ziyarete gelir. Bu ziyaretlerden birisinde kurban olayı, bir diğerinde ise Kabenin inşası ve haccın yapılışı gerçekleşir.
Bu sırada Hazret-i İbrahim ve hanımı Sârâ’nın yaşları hayli ilerlemiştir. Bir gün ziyaretlerine bir kaç genç gelir. Bu gençlere kızarmış bir buzağı ikram eden İbrahim aleyhisselam, yemeklere el sürülmediğini görünce telaşlanır. Sonra anlaşıldığı üzere bu gençler Cebrâil aleyhisselam ve bazı meleklerdir. Görevleri Lût kavmini yok etmektir. Bu sırada sohbet ederlerken melekler İshak aleyhisselamın müjdesini verirler. Bu müjde Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle geçmektedir; “Bir de ona sayihlerden bir peygamber olmak üzere İshak’ı müjdeledik. Hem İbrahim’e, hem de İshak’a bereketler verdik. Her ikisinin soyundan mümin olan da var, nefsine apaçık zulmeden kafir de var.”
İbrahim aleyhisselam, yurt edindiği Filistin’de İslamiyeti tebliğ eder. Kur’ân-ı Kerîm’in buna verdiği isim Hanifliktir ki bu; putları ve batıl olan şeyleri kökünden reddettiği içindir. Hazret-i İbrahim’e 10 suhuf nazil olmuştur ki bu kutsal vahiylerin çapını bilemiyoruz. Ancak Kur’ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerin yardımıyla içeriğini bilebiliyoruz ki bir kısmı şöyledir; “Kimse kimsenin günahını yüklenmez. İnsan için ancak ihlasla işlediği Sâlih ameller ve niyeti fayda verir. İnsana, çalışmasının karşılığı tam olarak verilecektir.”
İbrahim aleyhisselam Filistin’de vefat eder. Oğullarından Hazret-i İsmail Mekke ve civarında, Hazret-i İshak da Filistin topraklarında peygamber olarak babalarının şeriatini uyguladılar.
Şimdi, buraya kadar anlattıklamızla ilgili olarak modern bilimin ulaşabildiği noktaları görelim.
YAŞADIĞI DÖNEM
Kur’ân-ı Kerîm’de İbrahim aleyhisselamın hangi yıllarda yaşadığı bildirilmemiştir. Efendimizden nakledilen hadis-i şeriflerde de açıkça bir tarihleme söz konusu değildir. Fakat ayet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler incelendiğinde, tarihleme yapılabilmesi için bazı bilgilerin kelime aralarına gizlendiği görülmektedir. Bunlar; İbrahim şahıs adı, o dönemin din anlayışı ve aynı yıllarda helak edilen Lût kavminin artıklarıdır. Şimdi kısaca bu konularla ilgili notlarımıza bakalım.
Eski Ahid’te anlatıldığına göre; İbrahim ismi sonradan kendisine verilmiştir. İlk ismi Abraham’dır. Eski Ahid yorumcuları; Abraham adının “Yüce Baba”, İbrahim adının da “Cumhurun Babası” anlamlarına geldiğini söylerler. İlk defa, arapçanın bir kolu olan aramicede kullanıldığı sanılan İbrahim ismine, yapılan arkeolojik çalışmalar sonunda başka dillerde de rastlanmıştır. 1980’li yıllarda Kuzey Suriye’de Ebla harabelerinde yapılan kazılarda bu ismin MÖ. 2500’lere kadar uzanan Ebla dilinde de kullanıldığı görülmüştür. Ebla dili Kuzey Suriye’de oturan sami/asya kökenli Eblalılarca konuşulmaktaydı. Abr, Abar, Abri, Abram, Abrama/Abarama şekilleriyle yazılan bu isim MÖ. 2500 senelerine aittir.
Kur’ân-ı Kerîm’de İbrahim aleyhisselamın içinde yaşadığı toplumun dini inanışını şu şekilde görmekteyiz; “Vakta ki; İbrahim’in üzerini gece bürüdü. Bir yıldız gördü. “Bu mu benim Rabbim?!” dedi. Derken yıldız batıverince; “Ben öyle batanları sevmem!” dedi. Sonra ayı doğarken görünce; “Rabbim bu mudur?!” dedi. Fakat o da batıp kaybolunca; “Yemin ederim ki, eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı muhakkak sapıklardan olacaktım.” Daha sonra güneşi doğarken görünce; “Rabbim bu mudur?!.. Bu gördüklerimden daha büyük.” Güneş batınca; “Ey kavmim. Bu gördükleriniz hep yok olan varlıklardır. Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım.” diye söylemiştir.”
Ayet-i Kerîmelerde İbrahim aleyhisselamın döneminin insanlarının tanrı olarak gördükleri 3 ayrı objeyi tek tek incelediğini görmekteyiz. Önce, gece bürürken ortaya çıkıveren bir yıldız görmüştür ki bu, Venüs gezegenidir. Sonra Ay ve nihayetinde en büyüğü olarak Güneş’i gözlemiştir.
O dönemin en büyük şehirlerinden birisi de Harran’dır. Harran; Asur ve Kalde dillerinde “yol” manasına gelmekteydi. Harran adına ilk defa MÖ. 2000 başlarında Mari ve Kültepe tabletlerinde rastlanmaktadır. Oysa şehrin tarihi MÖ. 6000’li yıllara kadar uzanmaktadır. Sanki şehir MÖ. 2000’li yıllarda meşhur olmuş gibidir. Şehrin en büyük özelliği; ay, güneş ve yedi gezegenin kutsal sayıldığı eski mezopotamya putçuluğunun merkezi olmasıydı. Buradaki Sin/ay tapınağı çok meşhurdu. Bunun yanısıra büyük bir ticaret şehriydi. Dini inanış çok tanrılı idi. Ama tapınılan üç belirgin objeye rastlıyoruz ki, bunlar; Şamaş/Güneş, Sin/Ay, İştar/Venüs’dür.
Yukarıda mealini verdiğimiz İbrahim aleyhisselamın sözleri bu dönemin yani MÖ. 2000’li yılların dini anlayışını yansıtmaktadır. Yine Kur’ân-ı Kerîm’de, İbrahim aleyhisselam ile mücadeleye giren “saltanat/mülk” bahşedilmiş bir şahsın kendisini tanrı ilan ettiğinden bahsedilmektedir ki; bu şahıs Nemrud’dur. Nemrud, özel bir isim olmayıp o dönemin hükümdarlarına verilen; kral, şah vb. gibi genel bir isimdir. Efendimizden nakledilen bir hadîs-i şerîfte Nemrud’un, “insanlık tarihi boyunca yeryüzüne hakim olan 4 kişiden biri olduğu” bildirilmektedir ki; İbrahim aleyhisselamın karşısına çıktığı şahıs, o zaman dünyasının tamamını kontrol altına almış son derece kuvvetli bir hükümdardır. Zaten ayet-i Kerîmede bu nokta vurgulanmaktadır; “Allah, kendisine saltanat ve mülk verdi diyerek azarak İbrahim ve Rabbi hakkında mücadele edeni görmedin mi?” Başka bir ayet-i Kerîmede İbrahim aleyhisselamın bir çok putun bulunduğu bir yerde/tapınakta en büyüğü hariç bütün putları parçaladığı ve baltayı büyük putun yanına bırakarak putperestlere muhteşem bir ders verdiğinden bahsedilmektedir. Bu olay, İbrahim aleyhisselamın ateşe atılmasıyla sonuçlanmıştır. Bir mucize olarak ateşin zarar vermemesi üzerine hicret etmesine izin verildi.
Kaynaklarımız İbrahim aleyhisselamın hicret etmeden önce Harran’da oturduğundan bahsetmektedir. Buna göre İbrahim aleyhisselamın putları parçaladığı tapınak, Harran’daki Sin tapınağıydı.
İbrahim aleyhisselam, tafsilatı tarihi kaynaklarda bildirilen Nemrud’un şerrinden dolayı bir mağarada gizlice dünyaya getirilmişti. Burası mağaralarıyla ünlü olan Urfa’dır. Urfa, Harran’ın 44 km. uzağındadır. İbrahim aleyhisselamın atıldığı büyük ateş, Urfa’da balıklı gölün bulunduğu yerde yakılmıştı.
Belki de Nemrud, ibreti alem olsun diye İbrahim aleyhisselamı, doğduğu mağaranın hemen yanında öldürtmek istemişti. Zira balıklı göl ile kutlu mağara birbirlerine çok yakındır.
İbrahim aleyhissemanın yaşadığı dönemin tarihlenmesine yardımcı olacak en kuvvetli bilgi aynı yıllarda helak edilen Lût kavminden arta kalanlardır. İbrahim aleyhisselamın yeğeni olan Lût aleyhisselamın görev yaptığı Lût toplumu, Lût Gölü’nün hemen güneyinde yaşamış ve azgınlıkları sebebiyle helak edilmişlerdir. Bu bölgede yapılan arkeolojik kazılar, MÖ. 2000-1900 yıllarında meydana gelen korkunç bir yere batma olayını ortaya çıkarmıştır.
Sonuç olarak İbrahim aleyhisselamın yaşadığı yıllar, MÖ. 2000 yılına kadar götürebiliriz. Yine de son noktayı Kuzey Suriye’de yapılacak arkeolojik araştırmalar koyacaktır. Zira İbrahim aleyhisselam, tek başına o zaman dünyasının süper gücüne sahip bir hükümdara karşı mücadele etmiş ve bu zalim tarafından ateşe atılmıştı. Bir mucize olarak ateş onu yakmamıştı. Böylesine devasa bir olayın hangi tarihte, hangi devlette, hangi hükümdar zamanında ve hangi toprak parçası üzerinde yaşandığının tabletlere geçirilmemesi imkansızdır. Belki Mezopotamya’nın, Mısır’ın, Anadolu’nun herhangi bir yerinde ele geçecek yeni bir tablet bütün bunları ortaya dökecektir.
BABASININ ADI
İbrahim aleyhisselamın hayatı, insanlık tarihinin özeti gibidir. Bu bölümümüzde klasik bilgiler vermeyeceğiz. Mevcut kaynaklara yeni kaynaklar ekleyerek ufkunuzu biraz daha açmaya gayret edeceğiz. Buradaki asıl maksadımız yıllardan beridir, belki bile bile tekrarlanan bir yanlışın tasfiyesi olacaktır. O da İbrahim aleyhisselamın babasının putperest olduğu yanlışıdır. Bu yanlış, ilhamlarını doğrudan doğruya Kur’ân’dan aldıklarını iddia edenlerce, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen baba kelimesine verilen yanlış manadan kaynaklanmaktadır. Hıristiyanlar İncil’de geçen baba kelimesine yanlış mana vererek sapıttılar. Müslümanlar aynı imtihanla karşı karşıyalar. Ancak müslümanlar hıristiyanlardan çok daha şanslılar. Zira onların sinesinden bir Abdullah b. Abbâs, gibi müfessirler, İmâm-ı A’zâm gibi fakihler, İmâm-ı Rabbânî gibi müceddidler çıkmamıştır. Bu zirveler, Kur’ân-ı Kerîm’den nasıl nasıl hüküm çıkarılacağını bize öğretmeselerdi İbrahim aleyhisselama ve hatta Efendimiz Muhammed aleyhisselama yakışmayacak isnad kapılarında dolaşıyor olacaktık.
İbrahim aleyhisselamın babasının ismi Kur’ân-ı Kerîm’de Âzer olarak geçmektedir. Yine ayet-i Kerîmelerde Âzer’in putperest olduğu bildirilmektedir. Fakat bir başka ayet-i Kerîmede Efendimize hitaben; “Allahü teala seni ayağa kalktığında ve secde edenlerin içinde dolaştığını görüyor.” buyurmaktadır. Eshab-ı kiramdan Hazret-i Abdullah b. Abbâs, ayetin geniş anlamını; “Efendimizin soyu, ilk insan Âdem aleyhisselama kadar hep secde eden, asla putlara tapınmayan babalardan meydana gelmiştir.” şeklinde vermiştir. İbrahim aleyhisselam, Efendimizin dedelerinden biridir. Dolayısı ile babasının da muvahhid olması, asla putlara tapınmamış olması gerekmektedir. Bu ayeti tefsir mahiyetinde buyurulan hadis-i şeriflerde de şöyle buyurulmaktadır; “Her asırda, her zamanda yaşayan insanların en iyilerinden, seçilmişlerden dünyaya geldim.” (Sahih-i Buhari), “Benim dedelerimin hepsi, en iyi insanlardır.” (Tirmizi), “Benim dedelerimin hiç birisi zina yapmadı. Allahü Teala beni temiz ve iyi babalardan, analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum.” (Mevahib-i Ledüniyye) Yukarıda belirttiğimiz iki ayet-i Kerîme ilk bakışta birbirine zıt manalı gibi görünmektedir. Ayet-i Kerîmeleri yanlış anlamaktan bizi kurtaran diğer ayet-i Kerîmeler ve hadis-i şerifler olmaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’de meallerini aşağıda vereceğimiz ayet-i Kerîmelerde, İbrahim aleyhisselamın babasının putperest Âzer olmadığını, ayette geçen baba kelimesinin ne maksatla kullanıldığını izah etmektedir. Burada bir parantez açarak Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili teknik bir bilgi verelim isterseniz.
Ayet-i Kerîmeler muhkem/manası açık ve müteşabih/manası kapalı olmak üzere iki türlüdür. Müteşabih ayetlere görülen, anlaşılan, meşhur olan manalar verilemez. Verilirse Kur’ân-ı Kerîm’in çizdiği ilahi sınırdan çıkılmış olur. Bu sebeple böyle ayetler te’vil edilir. Mesela; “Allah’ın eli, onların üzerindedir.” ayetinde geçen “el” kelimesine bildiğimiz mana verilirse Allahü teala insana benzetilmiş olur. İslam akaidine/inancına göre Allahü teala hiçbir şeye benzemez ve hayal sınırlarının da dışındadır. İslam alimleri buradaki el kelimesine “kudret, güç” manasını vermişlerdir. İbrahim aleyhisselamın babası Âzer’den bahseden ayet-i Kerîmede geçen ebihi/babası kelimesi, arap dili kaidelerine göre atf-ı beyandır. Mesela bir kimsenin iki ismi olup, bu iki isim birlikte söylendiği zaman, birinin meşhur olmadığı, diğerinin meşhur olduğu anlaşılır ki, buna “atf-ı beyan” denir. Ayet-i Kerîmenin anlamı; “İbrahim, Âzer olan babasına dediği zaman…” demektir. Buna göre İbrahim aleyhisselam hayatında iki baba vardır. Birisi öz babası, diğeri ise ismi Âzer olan bir başkasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’i diğer metinlerden ayıran en önemli özelliklerinden birisi de i’cazıdır. Yani; kısa ve öz cümlelerle pek çok mananın gizlenmiş olmasıdır. Dolayısıyla Âzer, İbrahim aleyhisselamın öz babası değildir.
Arapçada eb/baba, ukh/erkek kardeş, ukht/kızkardeş gibi kelimeler geniş manalarda kullanılır ve mutlaka asıl baba, anne veya kardeş manasını ifade etmeyebilir. Bunun örneklerine Kur’ân-ı Kerîm’de rastlayabiliriz.
Bakara suresinin diğer bir ayetinde Yakup aleyhisselamın çocuklarının babalarıyla olan bir konuşması nakledilmektedir. Burada çocukları Yakup aleyhisselama; “….. ve senin babaların İbrahim, İsmail ve İshak’ın Rabbi……” denilmektedir. Ayet-i Kerîmede İsmail aleyhisselam, Hazreti Yakub’un babası gibi görülmektedir. Oysa İsmail aleyhisselam baba değil amcadır. İshak aleyhisselamın kardeşidir. Demek ki; Kur’ân-ı Kerîm’de, amcaya baba diye de hitab edilebilmektedir. Çeşitli arapça sözlüklerde amcaya bazen baba diye hitap edildiği, bu ayetin tefsirlerinde yazılıdır.
Bir başka ayet-i Kerîmede Hazret-i Meryem’e; “Ey Hârûn’un kızkardeşi…” diye bir hitab vardır. Buradaki Hârûn’la Mûsâ aleyhisselamın ağabeyi Hazret-i Hârûn kastedilmiştir. Oysa Îsâ aleyhisselamın annesi Hazret-i Meryem ile Hazret-i Hârûn’un arasında 1000 seneden fazla bir süre vardır.
Efendimizin de bazen, mesela bir bedevi köylüye, amcaları Ebû Talib, Hazret-i Abbâs hatta Ebû Leheb için baba diye hitap ettiği kaynaklarda yazılıdır. Bir gün Hazreti Aişe annemiz Efendimize; “Herkesin künyesi var. Benim yok” diye arzedince Efendimiz; “Oğlun Abdullah b. Zübeyr’in künyesi ile künyelen” buyurmuşlardır. Abdullah, Hazreti Aişe’nin kızkardeşi Esma’nın oğlu idi. Bunda başka “Teyze anne gibidir” veya “Amca baba gibidir” buyurulmuştur. Yine bir gün eshabı kiramdan Ömer b. Hattab’a; “Ya Ömer sen, kişinin amcasının, babasının benzeri olduğunu bilmiyor musun?” buyurmuşlardı.
İbn-i Cerîr’in naklettiği şu olay önemlidir. “Bir gün mü’minlerin annesi Safiyye hanım Efendimizin huzuruna gelerek; Bir takım kadınlar bana iki yahudinin kızı olan (annen de baban da) Yahudi diyorlar diye şikayet etmişti. Efendimiz de ona; Sen onlara; niçin babam Hârûn, amcam Mûsâ, beyim de Muhammed aleyhimüsselamdır demiyorsun buyurmuşlardır.”
Arapça “eb” olan kelimenin kökü İbrani, Arami, Arabi gibi bütün sami dillerinde Abb veya abba kelimesi; “müsebbib/sebep olan manasına veya “meyva yüklü” manalarına gelir. Bilindiği gibi İncillerde baba kelimesi sıkça kullanılır. Tevrat’ın Eyüb bölümünde de Allahü teala “yağmurun babası” olarak isimlendirilir. Bu isimlerin hepsi “bir şeye sebep olan” manasına kullanılmaktadır ki öz manası ifade etmezler. Böyle kelimelere yanlış manalar yüklendiğinde ise küfre düşülmüştür.
Bazı kelimeler zaman içerisinde sözlük manalarıyla değil de ıstılah/terim manalarıyla kullanılmıştır. Bunun en belirgin örneği “baba” kelimesinde görülmektedir. Arapçanın bir kolu olan aramicede, baba kelimesi bir dönem ailevi bir bağdan ziyade saygınlık ifade ediyordu. Saygı duyulan kimselere baba kelimesiyle hitap ediliyordu. Bütün bunlardan çıkarılan sonuç, Âzer’in öz baba değil, amca olduğudur. Bazı kaynaklar asıl babasının isminin Taruh/Tareh olduğunu ve Taruh’in ise İbrahim aleyhisselamın doğumundan hemen önce vefat ettiğini yazmaktadır.
ÂZER KİMDİR?
Bazı müfessirlere göre Âzer kelimesinin arapça karşılığı “muhtı/günahkar” dır. Belki de Âzer, asıl isim değil Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bir lakaptı. Nitekim asıl ismi Nahur’dur. Nahur, önceleri babalarının yolunda, yani mümin idi. Nemrud tarafından taltif edilerek vezirlik payesi verilince yoldan çıkmış ve putperestliğin yılmaz savunucularından olmuştur.
O dönem Mezopotamyasında Kâbîle başkanları, bulundukları şehrin adına göre isim alabiliyorlardı. Nahur ismine, Asur ve Mari dökümanlarında şehir adı olarak rastlanmaktadır. Bu şehrin yeri tam olarak bilinmemektedir. Aynı şekilde İbrahim aleyhisselamın amcalarından Aran’ın adını Harran şehir adı olarak görmekteyiz. İbrahim aleyhisselamın öz babası olan Tareh ismine, Kuzey Suriye’de antik bir şehir olan Turahi adında rastlanır. İbrahim aleyhisselama ayak direyen dönemin hükümdarı Nemrud’un adına, Dicle nehrinin kenarında ve Musul’un karşısında yer alan Nimrud şehir adında rastlanır. Benzerlikler bununla da kalmaz; Hazreti İbrahim’in dedelerinden Seruy adına, Harran’ın batısındaki Sarugi/Suruç şehir adında, Peleg’e ise Habur nehrinin ağzındaki Felig adında rastlanır. Bu şehirlerin hepsi de Mezopotamya’nın kuzeyindedir. Buna bir de İbrahim aleyhisselamın Harran’a 44 km uzaklıktaki Urfa’da doğması eklenince bu bilgilerin tesadüf olmadığı ortaya çıkar. Bundan şu sonucu çıkarabiliriz. İbrahim aleyhisselamın bağlı olduğu aile sıradan bir aile değil, Kuzey Mezopotamya’da o dönemin en köklü ve kudretli ailelesiydi. Âzer’in Nemrud tarafından vezirlikle taltif edilmesinin sebebi de sahip olunan bu ailevi kudretti.
YAHÛDİ DEĞİLDİ
Kur’ânı Kerîm, İbrahim aleyhisselamın ne yahudi ne de hıristiyan olmadığını buyurmaktadır. Aynı zamanda tarihi bir gerçeğe de atıf yapmaktadır. Zira; MÖ. 2000’li yıllarda bütün Kuzey Suriye’yi dolaşan İbrahim aleyhisselam zamanında ne yahudilik vardı, ne de ibranice diye bir dil… Yahudilik terimi, MÖ. 6. yüzyılda hahamlarca ortaya atılmıştır. İbranice ise, Hazret-i Süleyman’dan bile çok sonraları MÖ. 900’lerden sonra oluşmaya başlamıştır. Sadece İbrahim aleyhisselam değil, İsrâil tarihinin iki önemli ismi olan Hazret-i Davut ve Hazret-i Süleyman bile bu dili konuşmamışlardı. Onlar, arapçanın bir kolu olan aramiceyi konuşuyorlardı. İbrani terimi ise İbrahim aleyhisselamla çağdaş olan Mısır dışındaki tüm topluluklara (asyalılara) verilen genel bir isimdi ki; “öte yakanın insanı” anlamına gelmektedir.
MISIR HAYATI
İbrahim aleyhisselam, Harran’dan ayrıldıktan sonra Mısır’a hicret eder. Beraberinde hanımı Sârâ ile kardeşinin oğlu Lût aleyhisselam vardır. Lût aleyhisselam yarı yolda, Allahü tealanın emriyle peygamberlikle görevlendirildiği için vazife yapacağı Filistin’de kalır. Hazret-i İbrahim, hanımıyla birlikte Mısır’a giriş yapar. Dönemin Mısır meliki Hazret-i Sare’ye Mûsâllat olur. Fakat vücuduna peşpeşe inen felçler sebebiyle ilişemez. Üstelik Hâcer isminde bir genç kızı Sare’ye verir.
İbrahim aleyhisselamın Mısır’da geçirdiği günlerle ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de her hangi bir kayıt yoktur. Ancak hadis-i şerifler bu konuda bizi aydınlatmaktadır. Kitab-ı Mukaddes’te ise ulu’l azm bir peygambere hiç yakışmayacak iftiralar ve sapıklıklar isnad edilmektedir ki bu satırlar ahiretlerini dünya nimetleri için satan şerefsiz yahudi din adamları tarafından Tevrat’a sokulmuştur.
Kaynaklar, İbrahim aleyhisselamın Mısır’ın neresine indiğinden bahsetmezler. Ancak o dönemde Mısır dendiği zaman Delta bölgesi anlaşılırdı. İbrahim aleyhisselamın yaşadığı MÖ. 2.000’li yıllarda da Mısır idarecileri bu bölgede otururlardı. Bu dönemde Delta bölgesinde yaşayan ilk hükümdar Amenemhat I’dir. Kendisi, Thebes şehrini bırakıp Menfis’in 25 km. güneyinde kendisine askeri ve siyasi bir karargah kurmuştu. Amenemhat I ve peşinden gelen oğlu Sesostris I, Amenemhat II ve Sesostris II dönemleri, Mısır’ın en bereketli olduğu yıllardı. Bu da, Asya’dan Mısır’a olan göçlerin en cazip olduğu bir devredir. Amenemhat I, Filistin ve ötesinden gelecek tehditlere karşılık Deltanın doğusundaki sınır boyunca büyük bir duvar inşa ettirmişti. Mısır’a göç edenler bu duvarın önünde sorguya çekilip gözden geçirildikleri muhakkaktır. Belki böyle bir kontrol esnasında Hazret-i Sare’nin güzelliği keşfedilerek hükümdara gönderilmişti. Bu hükümdar kayıtlarda Sinan b. Ulvan olarak geçmektedir. Hükümdar, Sare’nin güzelliğine meftun olur. Elde etmek için bir kaç kez teşebbüs etse de her seferinde Hazret-i Sare’nin Allahü tealaya sığınması sonucu felç geçirir. Öyle ki nefes alamaz duruma gelir. Düştüğü bu zilletten yine Hazret-i Sare’nin duası ile kurtulur. Bunun üzerine Hazret-i Sare’yi serbest bırakarak kendisine Hâcer isimli bir genç kızı hizmetçi olarak verir. Kaynaklarda Hâcer’in cariye olduğu yazılıdır. Ancak İbrahim aleyhisselama eş, Hazret-i İsmail’e anne ve Efendimiz Muhammed aleyhisselama nine olma şerefine kavuşan birisinin Mısır sarayında alelade bir cariye olması düşünülemez. Nitekim; kaynakları taradığımızda bu doğrultuda önemli ipuçlarına rastlayabiliriz. Bunlardan ilki, Hazret-i Hâcer’in Mısır meliklerinden birisinin hanımı olduğu şeklindedir. Kocası bir baskın neticesi öldürüldüğünde kendisi esir edilerek Sinan b. Ulvân’ın sarayına alınır. İkinci ipucumuz ise Kitab-ı Mukaddes yorumcularından meşhur haham Troyesli Salamon Ben İsaac’ın naklidir. Tekvin; 16/1’i tefsir ederken şöyle yazmıştır; “Hâcer hükümdarın kızı idi. Hükümdar, Sare’de gördüğü bu harikuladelikler karşısında; “Kızımın Sare’ye hizmetçi olması, başka bir evde hizmetçi olmasından evladır.” diyerek Hacer’i, Sare’nin hizmetine vermiştir.” Buna bir de Hazret-i Sârâ ve İbrahim aleyhisselamın, Kuzey Suriye’nin en kudretli ailesine mensup olmaları da eklenince hükümdarın kızını güvenle teslim etmesini daha iyi anlamış oluruz.