Ahmet Rasim, 164 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiş ünlü Türk yazari gazeteci, tarihçi ve milletvekili’dir.
Edebiyatımızda batılılaşmaya karşı çıkmış Klasik Türk Edebiyatı taraftarı bir yazar olan Ahmet Rasim; babasız büyüdü, 1883 yılında mahalle mektebinden geçtiği Darüşşafaka’da orta öğrenimini bitirerek, Posta İdaresi’nde memurluğa başladı, kısa bir süre sonra gazeteciliği seçerek Ahmet Mithat Efendi’nin Tercüman-ı Hakikat gazetesinde başladığı (1884) yazarlığını ölümüne kadar çeşitli gazetelerde sürdürdü; hemen hemen bütün dergilerde yazılar yayımladı.
Ahmet Rasim daha çok klasik Türk edebiyatı yanlısı olan sanatçıların etkisinde kalmıştır. Bunlar arasında Ahmet Mithat Efendi ve Muallim Naci’yi sayabiliriz. Bu nedenle edebiyattaki batılılaşma hareketlerine onlar gibi karşı çıkmıştır. Fransızcayı öğrendikten sonra batı edebiyatına ilgi duymuş ve bu ilgiyi eserlerine yansıtmaya çalışmışsa da yeterli bir başarı gösterememiştir.
Ahmet Rasim, 1927-1932 döneminde İstanbul milletvekili olarak Meclis’te bulundu. Geçimini kaleminin ürünlerinden sağlayan bir gazeteci olarak hemen her türde eserler verdi. Öyküler, romanlar, inceleme ve araştırmalar yazdıysa da en çok günlük yaşam izlenimlerini ince dikkatlerle saptayan anı ve fıkralarıyla dikkati çekti. Bu tutumuyla özellikle söyleşi ve anılarında ömür dönemlerini başlıca özellikler ve ayrıntılı betimlemelerle canlandırarak usta bir yaşam tanıklığı yapmış oldu. Çevirileri, bilim ve tarih eserleri, birer büyük öykü yapısındaki tefrika romanları, Ahmet Mithat’ın etkisindeki popüler gazetecilik emeğinin yan ürünleri sayılır. Asıl başarısı kişisel yaşamının dikkatlerinden alan anı, fıkra ve söyleşilerinde görülür.
Ahmet Rasim Edebi Kişiliği
Şiir ve hikâyeler, okul kitapları, tarih ve bilim konularında türlü eserler yazan, çeviriler de yapan Ahmet Rasim’in asıl değeri, renkli, canlı bir anlatımla çocukluk, ilk-orta öğrenim ve basın hayatını, İstanbul’un gündelik yaşayışını yansıtan fıkra, makale ve anılarında görülür.
O, hayatını kalemi ile kazanan çok yönlü yazarlarımızdandır. Yazılarında halk diliyle gelenek ve görenekleri işler. Kısa ve canlı bir cümle yapısı vardır.
– Fıkra türünün edebiyatımızdaki ilk önemli ustasıdır.
– Roman, öykü, tarih, coğrafya, gezi, fıkra, anı, dilbilgisi gibi pek çok alanda eserler vermiştir.
– Anı, fıkra ve makalelerinde başarılıdır. Sohbet ve fıkra türündeki yazılarında şehir yaşamını, kendi döneminin yaşantısını bütün ayrıntılarıyla anlatmıştır.
– Hüseyin Rahmi’nin romanlarında yaptığı yaşamı anlatma işini Ahmet Rasim, fıkra ve anılarıyla başarmıştır.
– Hüseyin Rahmi Gürpınar ile “Boşboğaz” isimli bir mizah dergisi çıkarmıştır.
– Konuşma dilini ve İstanbul Türkçesini bütün incelikleriyle ustaca kullanmıştır. Kısa cümleli, yalın ve açık bir üslup kullanmıştır.
– En önemli özelliği sohbet içinde yazması ve okuru daha ilk cümleden itibaren sarıp sarmalamasıdır.
– Yaşama hep iyimser bakmış, en acı olayları bile gülümseyerek mizahi bir üslupla anlatmıştır.
– Başarılı bir gözlemcidir. Gözlemlerini bir ressam gibi tasvir etmiştir.
– Cep romanları adıyla yayımlanan birçok romanı vardır. Romanları teknik açıdan pek başarılı değildir.
– Aynı zamanda altmış kadar bestesi vardır. Zekai Dede’den müzik dersleri almıştır.
– Edebiyattaki Batılılaşmaya karşı çıkmış, Servet-i Fününcuları eleştirmiştir.
– Hiçbir edebi topluluğa katılmamış, sanat yaşamını bağımsız olarak devam ettirmiştir.
– “Şehir Mektupları”nda II. Abdülhamit Döneminin İstanbul’unu büyük bir gözlem yeteneği ile sade ve kıvrak bir üslupla anlatmıştır.
AHMET RASİM ESERLERİ
Roman-Öykü
İlk Sevgili (1890)
Bir Sefilenin Evrak-ı Metrukesi (1891)
Güzel Eleni (1891)
Mesakk-ı Hayat (1891)
Leyâl-i Izdırap (1891)
Mehalik-i Hayat (1891)
Endişe-i Hayat (1891)
Meyl-i Dil (1891)
Tecârib-i Hayat (1891)
Afife (1892)
Mektep Arkadaşım (1893)
Tecrübesiz Aşk (1893)
Numune-i Hayal (1893)
Biçare Genç (1894)
Gam-ı Hicran (1896)
Sevda-yı Sermedî (1895)
Asker Oglu (1897)
Nâkâm (1897)
Ülfet (ikinci basılışı “Hamamcı Ülfet” adıyladır) (1898)
Belki Ben Aldanıyorum (1909)
İki Güzel Günahkâr (1922)
İki Günahsız Sevda (1923)
Hatıra
Gecelerim (Daha sonra “Ömr-i Edebî III”te yer almıştır) (1894)
Ömr-i Edebi (4 cilt Anı, 1897-1900)
Eski Maceralardan Fuhş-i Atik, 2 c. (1922)
Muharrir, Şair, Edip (1924)
Falaka (1927)
Mensur Şiirleri
O Çehre (1893)
Kitabe-i Gam, 3 c., (1897)
Fıkra- Makale
Külliyat-ı Say ü Tahrir: Makalât ve Musahabat, 2 c. (1909)
Külliyat-ı Say ü Tahrir: Menakıb-ı İslâm, 2 c. (1909-10)
Şehir Mektupları, 4 c. (1912-1913)
Tarih ve Muharrir (1913)
Cidd ü Mizah (1920)
Eşkâl-i Zaman (1918)
Gülüp Ağladıklarım (1924)
Muharrir Bu Ya (1926)
Tarih
Arapların Terakkiyat-ı Medeniyesi, 2 cilt (1888)
Tarih-i Muhtasar-ı Beşer (1887)
Eski Romalılar 3 cilt (1887-1889)
Terakkiyat-ı İlmiye ve Medeniye (1887)
Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi, 4 cilt (1910-1912)
İki Hatırat, Üç Şahsiyet (1916)
İstibdattan Hakimiyet-i Milliyeye, 2 cilt (1924)
Seyahat
Romanya Mektupları (1917)
Monografi
Matbuat Tarihine Medhal: İlk Büyük Muharrirlerden Şinasi (1927)
Tercüme
Edebiyat-ı Garbiyeden Bir Nebze (1886)
Cümel-i Hikemiye-i Ecnebiye (1886)
Cizvit Tarihi (1887)
Ezhâr-ı Tarihiye (1887)
Ürani (1891)
İki Damla Gözyaşı (1894)
Mathilde Laroche (1894)
La Dame aux Camelias (1895)
Karpat Dağlarında (1896)
Mızıkacı Yanko ve Kamyonka (1899)
Neşide-i Ruh (1899)
Ohlan Karısı (1900)
Kaptan Jipson (1902)
Madam Hardiber (1903)
Asya Kumsallarında (1904)
Okul Kitapları
Yeni Usul Sarf-ı Farisî (1888)
Küçük Tarih-i İslâm (1889)
Küçük Tarih-i Osmanî, 2 cilt (1889)
Yeni Usul Muallim-i Sarf, 3 cilt (1889)
Osmanlı Tarihi (1890)
Hesab-ı Tedricî (1890)
İmlâ-yı Osmanî (1890)
Müptedi (Sadece adı biliniyor)
Hesap Kitabı, 2 cilt (1893)
Sarf-ı İptidaî (1894)
Küçük Hıfzıssıhha (1894)
Amelî ve Nazarî Talim-i Lisan-ı Osmanî (1895)
Elifba (1903)
Elifbadan Sonra (1903)
Yeni Usul Muhtasar Sarf-ı Türkî (1907)
Resimli Küçük Tarih-i Osmanî (1913)
Yeni Sarf Dersleri II (1924)
Doğru Usul-ı Kıraat III (1927)
Diğer Eserleri
Bedayi-i Keşfiyat ve İhtiraat-ı Beşeriyeden Fonograf (1885)
Elektrikiyet-i Sakine (1885)
Cümel-i Hikemiye-i Osmaniye (1886)
Elektrik (1887)
Teşekkül-i Cihan Hakkında Fikr-i İcmalî (1887)
Garaib-i Âdat-ı Akvam (1887)
Hazine-i Mekâtip yahut Mükemmel Münşeat (1889)
Ömr-i Edebî, 4 cilt (1897-1900)
Hanım (1910)
Ahmet Rasim’in Eserlerinden Örnekler
“Muharrir Bu Ya” Adlı Eserinden Bir Parça
Laf değil, muharrir bu! Yaz! Hem de çala kalem yaz! Durma yaz! Hem, kaleminin ucuna nasıl gelirse öyle yaz!… Deme kış, yaz; yaz! Bu nasihati kulağına küpe yap! Buna bir rümuz olmak üzere kurşun kalemini kulağının ardından eksik etme! Yolda yaz, tramvayda, otomobilde, şimendiferde, vapurda, arabada, kayıkta dur, otur, hopla, zıpla yaz.
Gazetelerde, mecmualarda sütunlar, abideler dik. Kütüphanelerde mücelledat yığ! Ceplerin şiş şiş olsun, masan kağıt parçaları, müsvette üzgünleri ile Gûh-i Kaf’a dönsün, sen bunları gördükçe azımsa! Daha ziyade gayrete gel. Yaz. Hatta uykunu kes, boğazına yeme, kağıt kalem, mürekkep al. Sol elin başında; sağ elin kaşında düşünür gibi durduktan sonra aklına ne gelirse yaz.
Yahut, öyle düşünür gibi de durma! Önüne bakma, sağına, soluna aldırma! Hem, düşünmek insanı sıkar, türlü türlü hastalıklara meydan açar, sen ise bu dünyayı faniye yazmak için gelmişsin; binaenaleyh, durma, yaz! Benden ibret al, durmam, dinlenmem, cayır cayır yazar, vızır vızır okur, okuturum.
Müteveffa kitapçı Arakil, bir kitabımın forma fiyatından tenzil etmek emeliyle:
— Rasim Bey, bir gün olacak, seni de, işte, işte… geçiyor! Bak, bak! diye parmakla gösterecekler. Bugünler yakındır!
Dedi idi. Herkesin dediği gibi bunun da dediği geldi, çıktı.
Aman azizim, sana bir nasihatim daha var. Açlığa son derece idman! Çünkü perhizler, oruçlar, bütün salâh-ı nefis için icat ve emredilmiştir. Baktın ki, pek ziyade acıktın, derhal kaleme sarıl, yaz! Tokluğa birebirdir!
Falaka isimli eserinden bir parça
Bir gün, akşam yemeğine gitmeden evvel, bizi mektebin «Divanhane» denilen geniş, uzun sofasına karşılıklı dizdiler. Hizmetçilerden biri bir kucak dolusu değnek getirip ortaya bıraktı, durdu. Değnek adedinde bakılacak olursa mevcudu darp için kâfi görünüyordu. Hepsi de irili, ufaklı fındık değneği idi.
Müdüriyet odasının Önünde duran mubassır müdürün odasından çıktığını haber verdi. Dimdik bir vaziyet aldık. Müdür göründü. Tâ ilk sınıfın önüne gelir gelmez başçavuş yüksek sesle:
— Bak!
Dedi. Öğrendiğimiz veçhile birer temenna ettik. Diğer mubassır elinde kocaman bir defter ile geldi. Bak, diye kumanda veren başçavuşu çağırdı, defteri açıp ona verdi. O da alıp müdürün emri üzerine okudu:
— … sınıf şakirdanından Asitaneli ……… Efendi’ dün, öğle üzeri abtest alınırken Çavuş ……… Efendiye karşı gelmiş olmağla hakkında icabeden mücazatın icrası babında…
Başçavuş bir lahza durduktan sonra gene okudu:
— On değnek darp!
Mubassır zavallı Asitaneli ……… Efendi’yi sırasından çıkardı. Süklüm püklüm yürüyordu. Ortaya gelince değnekleri getiren azılı hizmetçi belinden kavradı, çevirdi, diğer mubassır, o değnekler içinden bir değnek aldı. Sayı ile kıçına on değnek vurdu. Karmanyolaya girmiş olan Asitaneli ………:
— Aman, aman.. Bir daha yapmam…
Diye bağırdıkça benim dizlerimin bağı çözülüyordu. Düşeceğimi zannediyordum. Maahaza alıcı gözüyle baktığım için bu değnek uruşu ile Hafızpaşa Mektebi hocasının sopa uruşu arasında hayli fark-ı şiddet var idi. Mubassır ağır ağır ama hafif indiriyordu. Hani kıyasıya değil, korkutasıya uruyor, bize de âmire karşı gelmenin cezasının dayak olduğunu anlatıyordu. Anladık.
Gene bir gün, bu defa öğle idi, Divanhanede cem olduk. Ayni merasim… Bu defa, hizmetçi değnekler ile beraber bir de torbamsı bir şeyler getirdi. Müdürün huzurunda başçavuş, o evamir defterini okudu:
— …… Talebesinden……numaralı, ——– li …… Ahmet, mektepten geceleyin firar edip yakalandığından darben cezası verilerek tardına karar verilmiştir!
… Ahmet, tarif ettiğim veçhile dayakcağızmı yedi. Yedikten, sonra hizmetçi elinden tutarak mubassırın odasına götürdü. Müdür, biz, sonradan gelen birkaç hoca ayakta bekliyorduk. Acaba ne olacak idi? Arası çok geçmedi, bir de bakalım Ahmet eski püskü, buruşuk rubalar içinde geldi. Meğer o bohça mektebe dahil olduğu gün evden üzerine giyip geldiği rubası imiş..Tardedilenlerden mektebin dahilî, rubası alınıyor, geldiği ruba ile çıkartılıyordu. Filvaki üç, dört sene sonra nasılsa bir gün gördüm idi. Hepimizin rubaları da böyle bohça hainde, üzerlerinde isimler yazılı olduğu halde depolardan birinde duruyordu.
Bu muamele, bana dayaktan daha beter geldi. Mektepçe bünun da ismine «Keçe külâh olmak»; denirdi.
Bununla da anlıyorduk ki, biz mektebe geldiğimiz zaman o halde imişiz, şimdi ise bu haldeyiz.