Duyumları yorumlama ve onları anlamlı hale getirme sürecine algı denir. Diğer bir ifade ile Algı; psikoloji ve bilişsel bilimlerde duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi anlamına gelir. Algı, duyu organlarının fiziksel uyarılmasıyla oluşan sinir sistemindeki sinyallerden oluşur. Örneğin, görme gözün retinasına düşen ışıkla, işitme kulağa gelen ses ile oluşur.
Algı, en önemli bilgi yönelimi; bütün öteki yönelimlerin (düşünme, anlama, açıklama, betimleme, benzetme, karşılaştırma vb) ön koşulu. Algı, nesnelerin görünüş özelliklerini ve mekânda düzenlenmelerini tanıtır. Duyumdan önemli ayrılığı, duyumun işlev, algının yönelim olmasıdır. Örneğin bir vınlama işitiyorum. Kulaklarımı tıkamadıkça ya da oradan uzaklaşmadıkça bu sesi duymamazlık edemem; bu bir işlevdir ve fizyolojiye bağlıdır. Oysa sesin hangi cisimden geldiğini bilmek için ona yönelmem gerekir. Böylece nesnelerle (dış dünyayla) bağ kurar, nesneyle ses arasındaki ilintiyi anlamaya ve açıklamaya girişirim. Bu durum öteki duyular için de geçerlidir. Düşünmenin gerçekdışı biçimlere girmesine karşı algı her zaman gerçeklikle sınırlıdır. Düşünme ayrı algılar arasında gerçeklikte olmayan bağlar kurabilir: Kanatlı at gibi. Fakat algı, yanılmalı olsa bile (su içinde kırık görünen değnek) gerçekdışı olamaz. Bu nedenle geometrik üçgen gibi ideal yapılar algılanamaz. Algılar araçlarla donatılabilir. Teleskop ve mikroskop görmemizi, telefon işitmenizi vb genişleten araçlardır. Duyumlama, ben-bilinci olmadan algıya dönüştürülemez. Bir nesneyi bilmemiz ancak o nesneyle aramıza mesafe koymakla olanaklıdır. Algılanan nesnenin algılayan ben ile özdeş olmadığını, bilgi sürecinde iki karşıt öğe bulunduğunu bilmemiz dünyayı tanımamıza yol açar. Oysa hayvan çevresine yapışıktır; onun objesi sübjesinin dışında değildir. İnsanın her algılamasına, Kant’ın dediği gibi “ben-bilinci eşlik eder” ben görüyorum, ben tadıyorum vb. Ben bilinci algının en üst basamağıdır, tam algıdır (apperception). Felfese tarihinde algı üzerine karşıt görüşler çarpışagelmiştir. Platon’un algıyı dayanaksız bilgi aracı saymasına karşı Aristoteles bütün düşünme ve bilmenin kaynağını algıda bulur. Yoğun tartışma yeniçağda olmuştur. Akılcılığın, biz farkında olmasak da “içten doğan ideler”in aklımızda bulunduğu (örneğin bütün, parçalarının toplamına eşittir) savma karşı duyumcu Locke, bilinçsiz algı olamayacağını, bilincin algılardan oluştuğunu söyler. Aynı çizgide Hume, algı ile “bilinç içeriği”ni kasteder. Berkeley de “varolmak algılanmaktır” der. Algıyla tam algıyı ilk kez ayıran Leibniz, monadlar öğretisinde algıları bilinçsizden tam bilinçliye (eşyadan insana) doğru basamaklandırdı. Bu ayrımı 19. yüzyılda psikolojinin kurucularından Wundt yeniden ele aldı. Bilinçsiz algıların psişik yapıdaki yeri ve etkisini deneysel yöntemlerle belirlemeye çalıştı.
Algı Yanılması
Algı Yanılması öznel ya da fiziksel nedenlerle duyuların yanlış yorumlanması ve hiç bir duyum olmadığı halde düş ürünü algılama. Duyu organları yoluyla alınan duyumlar zihinde bütünleşerek yorumlandığından her görülen ve işitilen şeyin doğru olması olasılığı kesin değildir. Çevredeki türlü olayların olduğundan çok ayrı bi-çimdeyorumlanması olasıdır. Algı yanılması iki biçimde ortaya çıkar:
1) Zihinde duyumların yanlış olarak yorumlanmasına yanılsama (ilüzyon) denir. Yanılsamalar, öznel nedenlerin yanı sıra fizyolojik ve fiziksel nedenlerden dolayı da ortaya çıkar. Bir saniye içinde perdeye yansıtılan en az 20 resim hareket yanılsamasını oluşturur. Bu da fizyolojik bir yanılsamadır.
Görsel yanılsamaların birçoğu fiziksel yanılsama olup, ışık titreşimlerinin özellikleriyle açıklanır. Örneğin, suya batmış bir sopa, kırık görünür. Bu olay ışınların değişik ortamlarda yön değiştirmesiyle açıklanır.
2) Hiçbir duyum bulunmadığı halde düş ürünü olan algılamalara sanrı (halüsinasyon) denir. Bunlar, tümüyle zihnin ürettiği imgelerdir. Örneğin, çölde susuzluktan baygın düşen bir kimse dışarıdan hiçbir etki gelmediği halde, yanıbaşında bir derenin aktığını görebilir. Aynı biçimde çok yüksek ateşle sayıklayan birinin var olmayan sesler işittiğini, olmayan şekilleri gördüğünü söylemesi sanrıya örnek olarak gösterilebilir.
Algılama
Duyu organları yoluyla, çevrede varolan nesne ve olayların bilincine varma süreci (idrak) demektir. Çevreden gelen etkilerin duyu organlarını uyarmasıyla oluşan sinir akımı, beyine ulaşır ulaşmaz duyum olayı ile birlikte bir algılama da oluşur. Algılamanın gerçekleşmesi, duyu organlarından gelen etkilerin beyne ulaşması koşuluna bağlıdır. Duyumların anlamlı bütünler halinde kavranması için iki olgu dikkati çeker.
Birincisi; algılamada beyne iletilen uyarımlar gruplar halinde örgütlenir.
İkincisi; aynı zamanda bir anlam kazanır. Yalın bir uyarımı, az rastlanır durumlarda ayrıca duymak olasıdır. Örneğin tümüyle karanlık bir odada bir tek ışıklı nokta görülebilir ya da ses geçirmez bir odada bir tek notanın sesi duyulabilir. Bu durumlarda bile bunlar, zihinde yorumlanır. Daha önce duyulmayan garip bir ses, bilinen bir sese benzetilebilir. Ya da yepyeni bir nesne ile karşılaşıldığında, bu, daha önce bilinen bir şeyle açıklanır ve anlamlandırılır. Oysa çoğunlukla, organizma bir tek uyarana değil, uyaran gruplarına tepkide bulunur. Bir nesneden bir değil, pek çok uyaranlar gelir. Bu uyaranlar anlamlı bütünler halinde örgütlenir. Yer ve biçim ilişkilerindeki değişmeler de algılamanın bir örgütlenme işi olduğunu göstermektedir.
Algısal Değişmezlik
Nesneleri çeşitli nitelikleriyle bir kez öğrendikten sonra, onlarla değişik durumlarda karşılaşıldığında, değişik açılardan bakıldığında yine aynı biçimde algılama olgusu. Örneğin, para belli büyüklükte, parlak ve gümüş renginde bir cisim olarak tanınır. Bu para yere düştüğünde ya da bir masanın üzerine konduğunda aynı standart nitelikleriyle algılanır, algısal niteliğini korur. Ancak bu para çeşitli durumlarda göze aynı biçimde görünmez. Bu değişik durumlarda duyu organlarından sinir merkezlerine aynı uyarımlar, aynı veriler gitmez. Örneğin, para uzaklaştığı ölçüde küçülür, ama göz bunu aynı büyüklükte algılar (büyüklük değişmezliği). Yine paraya belli bir açıdan bakıldığında oval olarak görülmesi gerektiği halde, yuvarlak olarak algılanır (biçim değişmezliği). Nesnelerin renk ve parlaklıklarının algılanmasındaysa değişmezlik olgusuna rastlanır. Güneşte olsun, gölgede olsun, kar her zaman beyaz, kömür her zaman siyah olarak algılanır. Normal durumda, gözler hareket halinde çevreye bakınırken, eşyadan alınan uyarımların her an değişen etkilerine karşın eşya ve çevre değişmez görünür (yerel değişmezlik).
Algısal Öğrenme
Bireyin çevresindeki nesne ve varlıkları algılayarak öğrenmesi ya da önceden öğrendiklerini yeni algılarla değiştirmesi. Öğrenilenlerin büyük bir bölümünü yeni algıların öğrenilmesi oluşturur. Ayrıca önceki öğrenmeler şimdiki algıları önemli ölçüde etkiler. Öğrenme sürecinin bir duygu içermesi ya da her zamankinden çok üstün bir anlamlılığı olması durumunda bu etki çok daha güçlü olur. Örneğin tüfek, kovboylara ilgi duyan çocuk için savaşları ve dörtnala giden atlar üzerinde kurulan bazı fantezileri çağrıştıran öldürücü bir silahtır. Önceki öğrenmeler duygusal yaşantıları etkilediği gibi uzayı algılamada da etkisini gösterir. Bu konuda psikologlar 1897’de bazı deneyler düzenlediler. Bu deneylerde deneklere, üst ve altın, sağla solun yer değiştirmesine neden olan gözlükler takılır. Denekler bu gözlükleri ilk takışlarında aşırı ölçüde yönelim bozukluğu gösterirler ve göz-beden uyumları (koordinasyonları) tümüyle bozulur. Ancak bir süre sonra günlük etkinliklerini yürütebilecek derecede uyum gösterirler. Burada denekler dünyayı yeni bir biçimde algılamayı öğreniyor olabilirler. Ancak bunun tam bir öğrenme olduğu da kuşkuludur.