Mefhum; bir sözün ifâde ettiği mânâ, anlam, kavram, kalple bilinen, anlaşılan, anlaşılmış anlamlarına gelmektedir. Ayrıca, bir şey hakkında zihinde beliren genel düşünce anlamına da gelir.
Mefhûm-ı muhâlif ise; konuşma ve beyanlarda sözü geçmediği halde belirlenenin muhâlifi, karşıtı olan ve söylenenin aksine delâlet eden şey demektit. Örneğin; vâkıf vakfiyesinde, “Vakfımın gallesi erkek evlâtlarıma verilsin” dese bunun mefhûm-ı muhâlifi kız evlâtlarıma verilmesin demektir (Ali H. Berki).
Mefhum kelimesi ile ilgili örnek cümleler
– Irk mefhûmunu târihten evvele kadar geri götürmek lâzımdır (Refik H. Karay).
– Hâlbuki hiçbir mefhumun dar çerçevesine sığmayan hayat okumaya layıktı. (Ömer Seyfettin)
– Kendimi, daha ilk adımda bir efsâneye çok benzeyen bu târihin içinde buldum, zaman mefhûmunu âdeta kaybettim (Ahmet H. Tanpınar).
– Bizde de güzellik mefhûmu değişti (Burhan Felek).
– Uydurulan kelimelerin pek çoğu, güzel Türkçemizin uzun asırlar içinde teşekkül etmiş mantığına da aykırıdır. Meselâ, “sı” veya “si” eki, liyâkat veya istihkak ifâde etmek üzere kullanılan bir ektir. Buna göre, “öpülesi eller” öpülmeye lâyık eller, “kırılası eller” kırılmaya müstehak eller, demektir. Yine bu durumda “olası” kelimesi, olmaya lâyık veya müstehak demek olur. Hâlbuki bu uydurma kelime bugün “olması muhtemel” mânâsında kullanılarak aslî muhtevâsına uymayan bir şekilde kullanılmaktadır.
Dilin yapısına âit bu gibi gerçekler, çocukluktan itibaren zihinde bir iz bırakır ve bu sûretle lisânın kendine has mantığını teşkil eder. Bu mantık da yukarıdaki misalde görüldüğü gibi bozulmaktadır.
Bütün bu kasıtlı ikâme faaliyetleri, milletimizi Kur’ânî mefhumlardan uzaklaştırmak, bu kelimelerin hatırlattığı diğer İslâmî mânâlarla irtibâtını yok etmek emeline hizmet etmektedir. Fakat ne hazindir ki, günümüzde, kimileri selde sürüklenen kütükler misâli gaflet ve cehâleti sebebiyle, kimileriyse kasıtlı olarak, bu kültür tahribâtına ortak olmaktadırlar. Fakat daha da hazin olanı, İslâmî şuura sahip olduğunu iddiâ eden pek çok kimsenin de bazı çevrelere yaranabilmek gayesiyle bu tuzağa düşmesidir.
– Yüce Rabbimiz bizden ısrarla hem kendimizi hem tabiatı tefekkür etmemizi ister. Kur’ân-ı Kerîm’in yaklaşık 150 yerinde ilâhî azamet ve kudret nakışlarını düşünmemizi emreder. Bunun için taakkul ( اَل تَعَ قُّل ), tedebbür ( اَل تَدَ بُُّّر ), tezekkür اَل تَذَ كُّر) ), tefekkür ( اَل تَفَ كُّر ) gibi mefhumları kullanır.
Bu mefhumların zirve seviyede hayâta tatbik edilip mânevî bir terbiye metodu hâline geldiği saha ise “Tasavvuf”tur. Tasavvuf; ferdin mânevî istîdâdı ve buna ilâveten Allâh’ın lûtfu nisbetinde hakîkat zirvelerine ulaşmayı hedefleyen bir tekâmül/olgunlaşma yolunun adıdır. Bundan dolayıdır ki; “Kendini bilen Rabbini
bilir.” sözüyle ifâde edilen hikmet, tasavvuf ehlinin mânevî tekâmül yolunda en esaslı düsturlarından birini teşkil eder.
– Mevlânâ Hazretleri buyurur ki:
“Şeytanın aklı kadar aşkı da olsaydı, bugünkü İblis durumuna düşmezdi.”
Demek ki akıl, tek başına bir değer ifade etmez. Aklın dümenini ele alıp ona en doğru istikâmeti verebilmek için kalpteki hisleri mânen olgunlaştırmak îcâb eder.
Velhâsıl gerçek bir tefekkür, vahiyle feyizlenmiş bir akıl ve mânen olgunlaşmış bir gönlün buluştuğu noktada başlar. Biz de bu kitapta “tefekkür” mefhûmunu kullanırken, onun ilâhî hakîkatlerle terbiye, kalbî tahassüsle takviye edilmiş olan makbul şeklini kastediyoruz.