Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi kimdir? Osman Gazi kaç yılında doğdu ve ne zaman öldü? İşte Osman Gazi hayatı ile ilgili tüm detaylar.
Osman Gazi, Osman Bey, Osmancık ve I. Osman adlarıyla tanınan Osmanlı Hanedanı’nın kurucusu ve beyliğin ilk padişahı olan Osman Gazi 1258 yılında Söğüt’te dünyaya geldi. Babası Kayı aşiretinin Bey’i Ertuğrul Gazi, annesi Halime Hatun’dur. O’nun ölümünden sonra başa geçmiş ve yılmak bilmeyen bir azimle, 1299 tarihinde Osmanlı Devleti’ni ilân etmiştir.
Osman Gazi uzun boylu, yuvarlak yüzlü, esmer tenli, ela gözlü ve kalın kaşlıydı. Omuzları arası oldukça geniş, vücudunun belden yukarı kısmı, aşağı kısmına oranla daha uzundu. Başına kırmızı çuhadan yapılmış Çağatay tarzında Horasan tacı giyerdi. İç ve dış elbiseleri geniş yenliydi.
Osman Gazi değerli bir devlet adamıydı. Dürüst, tedbirli, cesur, cömert ve adaletliydi. Fakirlere yedirip, giydirmeyi çok severdi. Üzerindeki elbiseye kim biraz dikkatlice baksa, hemen çıkartıp ona hediye ederdi. Her ikindi vakti kendi evinde kim varsa onlara ziyafet verirdi.
Osman Gazi, Ahi Şeyhlerinden Edebali’nin görüşlerine değer verir ve ona saygı duyardı. Sık sık Şeyh Edebali’nin Eskişehir Sultanönü’ndeki Dergahına gider ve misafir kalırdı.
Zamanında bilhassa Bizanslılarla büyük savaşlar yapılmış ve Osman Gazi bu muharebelerin hemen hepsinde galip gelerek topraklarını genişletmiştir.
Devletini kurduktan sonra 27 yıl Padişahlık yapan bu büyük Türk hakânı 1299 yılında Yenişehir’i, 1301 yılında Koyunhisar’ı, 1306 yılında Dinboz, Adranos ve Kastel’i, 1308 yılında İmralı Adası’nı, 1313 yılında Akhisar ve Lefke, Tekfurpınar’ı, Yenikale Yarhisar’ı fethetmiş 1314 yılında ise Bizanslıların en büyük yerleşim merkezlerinden olan Bursa’yı muhasara etmiştir.
Ömrü cenk meydanlarında geçen Osman Gazi Bursa’nın fethini görmeden 1 Ağustos 1326 tarihinde öldü. Oğlu Orhan Gazi babasının ölümünden sonra Bursa’yı fethetmiş ve O’nun cenazesini Bursa’ya götürerek defnetmiştir.
600 yıl dimdik ayakta duran bir devlet kurucusu, Fatih, Yavuz ve Kanuni gibi dünya tarihinin eşine rastlamadığı hükümdarların dedesi olan Osman Gazi, “Başkalarının yapamadığını yapma kabiliyetine sahip, son derece sabırlı ve kahraman, fedakâr ve âdil, samimi ve dürüst bir insandı.”
Temellerini attığı devlet kısa bir süre sonra cihan imparatorluğu olmuştu. Osman Gazi hakkında tarih kitapları şunları yazmaktadır.
“O, şan ve şeref sahibi, cesur, cömert ve tatlı dilliydi. Fakirleri giydirip yedirmeyi sever, her gün onlar için sofra kurdurur, kendi de bizzat hizmet ederdi. Nice kiliseleri cami yapmış, nice büyük işler başararak dinine ve milletine faydalı olmuştu.” Vefat ederken oğlu Orhan Gazi’ye söylediği söz Osmanlı İmparatorluğu’nun ne kadar sağlam temeller üzerine kurulduğunu gösterir.
Osman Gazi son nefeslerinde şunları vasiyet etmiştir: “Oğlum, seni iyi yetiştirdiğimi sanıyorum. Kılıcın, hayatının sonuna kadar elinde olsun. Adil ol, devlet adaletle ayakta durur. Âlimlere, bilginlere saygı göster. Askerinin ve malının çokluğu ile gururlanma. Dinimiz İslâmın şanını koru. Davamız kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Gayemiz Allah’ın adını yüceltmek ve bütün insanlığa İslâm’ı yaymaktır.”
OSMAN GAZİNİN UYKUSUZLUĞU
Anadolu’nun batı ucuna yakın bir yerde bir yaşlı söğüt dallarını yere eğdi bir sabah; gün doğuyordu. Bulutlar göğe ağıyordu. Doğan güneşten ağan bulutlara; ağan bulutlardan, dalları yere değen söğüde çiğ yağıyordu. Bir uzun nurlu iplik, başı ve sonu bellisiz, güneş iriliğinde bir yumağa Büyük Türkiye İmparatorluğunu Selçuklulardan Osmanlılara sarıyordu. Gün, geceden yeni bir gündüze değil; 1299 yılına ağarıyordu.
Söğüt düzlüğünden Çakırpınar’a yaylaya doğru bir atlı yola çıktı. Osmandı; Kara Osman derlerdi; Ertuğrul oğluydu; Kayı Hanı soyundandı. Kara Türkmen gözlerinde sabah kartalları düşünüyor, ak alnında geniş düzlüklerin ve çopur kayaların sessizliği gülümsüyordu. Kısa sakalında keskin bir çene, yağız atlar misali eşiniyor; yüzü, derinden depreşiyordu. Şu üstünde atını ılgara verdiği toprak, Osman’ın yüzünden daha yorgun, gözlerinden daha dalgın, çakır dikenler çenesinden ve kısa sakalından daha durgundu. Hava, bir doğum sancısıyla taptaze, dolgundu. Elini uzatabilse Osman, bu dolgunluğu sağabilirdi. Osman’ın düşüncelerini ancak Tanrı bilirdi. Ne birdi, ne ikiydi, bir çoktu; yüzlerce. Denizlerce kum, denizlerce düşünce; ve şu ağaran günce ağartılı, kımıl kımıl kaynaşmakta. Bir şey var yakın mı yakın, şuracıkta; yine bir şey var uzak mı uzak göz alabildiğine açıklıkta. Yakınlıkta uzaklığın birleştiği yerde, bir sisli perde sanki düşünceler… Günün ağratamadığı, Osman’ın kartal gözlerinin bile yırtamadığı bu sisli perdede sonu gelmez seferlerde
sanki düşünceler.
Düşünceler, gün ışığına karışmış, yağan çiğe karışmış; düşünceler güle bülbüle, düşünceler yaylada bir fukara çiçeğe karışmış. Düşünceler, düşünceler aşmış; düşüncelerden taşmış. Bir düşünce ormanı 1299 yıllarında Söğüt ve çevresi;
düşüncelere bile sığmamış.
Yağız at, ılgarında, Osman’ı düşünceler denizinden düşünceler ormanına taşmış hayli zaman; o gün, Söğüt’ten Çakırpınar’a, Çakırpınar’dan yaylaya ve daha ötelere varan rüzgar dağlar aşmış, taşlar aşmış, varmış usul erkân üzer îtburnu’nda Şeyh Edabili’nin Tekkesi’ne ulaşmış.
Osman, akşam esmerliğinde Tekke’ye vardığında Tekke kapısı açıkmış. Söğütte gün ağarırken başlayan ipek düşünceler yumuşaklığındaki sessizlik Edebali Tekkesinde esmer karanlığın ardında saklı ve bir sırlı ipliğin titreşiminde gizli kapaklı — ama hayli tutamaklı — Osman’ı sarıvermiş.
Açık kapıdan giren Osman’dan çok ılgarın yorgunluğundan bunalmış olan yağız at ürpermiş, kişnemiş, huysuzlanmış. Bir müddet bu huysuz kişneme Tekke’nin esmer avlusunda boydan boya, duvar taşlarında yankılanmış; taşlar oya oya duvara, sonra Tekke’nin akşam esmerliğinde sonsuzlaşan avlusuna sinmiş, neden sonra bir derviş, hiç haberi yokmuş gibi çıkıp avluya atın dizginlerini çekmiş; Osman’ı, derviş teslimiyetiyle atından indirmiş. 1299 yılının akşam yıldızları, İtburnu’nda, Şeyh Edebalı’nın ulu Tekkesi’nde pır pır yanıp sanki yere inmiş, bir büyük ve derin Şeyhin ev sahipliğinde; bir ezeli Beyin, sırtında gelen dizlerini eteklemiş.
Ay, hilâl sarısında, uçsuz, bucaksız bir maviliği, sessizce yırtıp bir yerinden olanları ve olacakları, olduğu yerde beklemiş. Efsâneyse efsâne, tarihse tarih; yok hiç biri değil de uzun bir geleceğin başlangıca düşleşmiş bir gerçeğiyse gerçek. Bundan sonra başlamış… Osman’ın, Söğüt’ten Çakırpınar’a; oradan yaylaya ne var ne yok, canlı cansız her şeyde beliren, buram buram tüten, sanki yerden biten gökten süzülen düşünceleri, Şeyh Edebali’nin Tekkesinde dinlenmeye çekilmiş. Uyku ha var ha yok; Osman’ın uykusuz gözlerinde bir garip seğirtiyle düşünceler tok. Odanın baş köşesinde bir rahle, rahlenin üstünde Kur’an-ı Kerim ve şamdanda, sessiz alevinde bir gece pembeliğiyle yanan mum. Alevin ucunda başlayıp önce nokta gibi sonra gittikçe büyüyen görünmez ışık dairelerine karışmış Tekkenin ruhu. O da susmakta.
Şeyh Edebali, yorgun, misafirine hayırlar diledi; şimdi çardakta. Yumuşak ayak sesleri; çardak serinliği ve şeyhin o büyük tebessümü… Oda susmuşluğunda belli değil ama — belki — içten içe, uyumakta, Kur’an rahlesinde… Ve mum alevi; uzak, sakin, ılık bir su sesinde.
Osman’ın nefesinde, bir ürperti; ilkin derinde… Sonra, bedeninde bir büyük uykusuzluk; oturamıyor yerinde. Kalkıyor. Kur’an, Osman’ın şimdi elinde; fakat Kur’-an, Kur’an’lığınca büyük, Osman, Osmanlığınca küçük, Tekkeye gelen o dev irisi yiğit; o ezeli Bey şimdi hayatının en son devresinde. Osman okuma bilmiyor; Osman yazma da bilmiyor. Ama Kur’an pırıl pırıl; ama Kur’an mum değil, bir nur alevinde.
Osman; Gazi Osman Han Osman, Sultan Osman… Odada yalnız; gece gibi. Odada bir mum alevi, mum alevinde Kur’an. Okumak düşünceleri yenmek; okumak zamanın sırtına binmek at gibi, okumak alevlenmek. Kur’an okumak ise tükenmek hayatın içinde; tükendiğin yerde kendine dönmek. Osman bunu biliyor işte.
Ve sabaha kadar uyumuyor. El bağlayıp divan duruyor; huzurda el pençe divan durmanın huzurunu duyuyor. Odaya, gamlı gece pencerelerinden taze bir nur doluyor. Tekke’de, yeşil ışıklar içinde pembe, mavilikler içre tülden de ince sabah oluyor. Osman hâlâ ayakta, öylece Kur’an rahlede büyük… ve mum erimekte!.. Osman boyun eğmekte. Osman odada değil sanki başı göğe ermekte… Üç kıtada o gece, sabaha kadar, cümleden gizli ve herkesten habersiz dağlar, denizler eğilmekte, denizler dağ başlarına yükselmekte. Bir düş kuruluşunda Büyük Türkiye İmparatorluğu bir daha; 1299 yıllan sona ermekte.
Şeyh Edebali, o gecenin sabahında ulu misafirinin kapısını açtığında gördüğü şey şu anlattığımız şekilde görünmekte. Ama dimdik uykusuz Osman, yeni doğmuş bir çocuk gibi taze; yeniden bir çocuk gibi taze; yeni baştan yaratılmış bir âzâde. Yalnız Şeyhin hayretle bakan gözlerinden utanmış yüzü yerde. Utanmış bir ses ama gayet sade Şeyhe cevap veriyor; “Kusura bakma Şeyhim ” diyor: “ Yatağın çok çok rahattı. Odan çok dosttu. Misafir edişin çok sıcaktı. Ama yine de uyuyamadım. Allah’ın kitabı vardı odada. Tanrı’nın kitabı açıkken uyuyamadım; elim varıp kapayamadım. (Türk-İslâm Efsaneleri, M.Necati Sepetçioğlu)