ZAMAN AŞIMI
Sürenin geçmesi, belli sürenin geçmesiyle bazı hakların kazanılmasını veya kaybedilmesini ifade eden bir fıkıh terimi. Arapça “murûru’z-zamân” veya “tekâdümü’z-zamân” tamamlamalarının karşılığı olarak kullanılır.
insanların bir takım hakları elde etmesi veya sahip olduğu bazı hakları kaybetmesi zaman süreci içinde ortaya çıkar.
Çoğunluk müctehitlere göre süre aşımı bir mülk sebebi olarak kabul edilmemiştir. Eşyada asıl olan mübahlıktır. Sahipsiz olan ve toplumca da sahipli sayılmayan şeylerin mülk edinilmesinde herkes eşit hakka sahip olur. Meselâ; ihtiyaç sırasında yararlanılmak üzere suyun kaba alınması, av hayvanının yakalanması, mübah olan ot veya odunların kesilip toplanması bunlar üzerinde mülkiyet hakkı doğurur. Bu el koymaya “hiyâzet” veya “ihrâz * ” denir. Bir hadiste; su, ateş ve otların insanlar arasında ortak olduğu belirtilmiştir (Ebû Dâvud, Büyû’, 60; İbn Mâce, Ruhn,16; Ahmed b. Hanbel, V, 364). Buradaki ihrâza “zilyedlik * ” diyebiliriz.
Ancak toprak mülkiyetinde meşru zilyedliğe “ihya * ” şartı da eklenmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Henüz hiç kimsenin eline geçmemiş olan Şey, onu ilk eline geçirene ait olur” (Ebû Dâvud, İmâre, 36). Bu hadisi duyan sahabilerin işgal etmek istedikleri arazilere dağılıp adımladıkları ve işaretler koydukları nakledilir. Mücerred işgalin yeterli olmadığı, ayrıca toprağı ihya etmenin de gerekli bulunduğu hadiste şöyle belirlenir: “Kim ölü bir toprağı ihya ederse bu toprak onun olur. Haksız verilen emek için bir hak yoktur” (Buharî, Hars, 15; Ebû Dâvud, İmâre, 37; Tirmizî, Ahkâm, 38; Mâlik, Muvatta, Akdiye, 26, 27; Dârimî, Büyû’, 65).
Diğer yandan ölü ve sahipsiz toprağı çeviren kimse yıllarca işletmeksizin bekletme hakkına sahip midir? Böyle bir hak tanındığı takdirde kolay ve masrafsız bir yolla geniş toprak parçalarını belli kişiler çevirir ve başkalarının yararlanmasını da engelleyebilirdi. Halbuki toprak işgaline ve ihyasına izin verilmesi bu toprakların üretime sokulması amacına yöneliktir. Bu yüzden çevrilen, fakat üretime sokulamadan elde tutulabilecek süre hadiste üç yılla sınırlandırılmıştır: “Âd’tan kalanlar Allah’ın, Rasûlunun ve sonra sizindir. Kim ölü bir araziyi ihya ederse ona sahip olur. Çeviren üç yıl içinde ihya etmemişse, bundan sonra bir hakkı kalmaz” (Ebu Yûsuf, Kitâbü’l-Harâc, Kahire 1396, 70). Hz. Ömer’in uygulaması da bu şekilde olmuştur. O şöyle demiştir: “Ölü araziyi kim ihya ederse onun olur. Çeviren üç yıl içinde ihya etmezse, çevirdiği arazi üzerinde bir hakkı kalmaz” (Ebû Yûsuf, a.g.e., 71). Bu duruma göre sahipsiz bir araziyi çevirmek üç yıl süreyle burasını mülk olarak edinmede öncelik hakkı vermektedir. Üç yıl içinde ihya gerçekleşmezse bu öncelik hakkı düşmektedir. Burada meydana gelen bir mülkiyet hakkının düşmesinden çok mülkiyeti elde etmede sahip olduğu öncelik hakkının düşmesi söz konusu olmaktadır.
Sürenin geçmesiyle hakların kazanılması veya kaybedilmesi temelde adalete ve yaratılışa aykırı düşer. Buna bir malı gasp veya hırsızlık yoluyla ele geçiren kimsenin durumunu örnek verebiliriz. Eğer bu kimse meselâ; yakalanmadan veya dava edilmeden on yıl geçince bir mala mâlik sayılsa bu bir zulüm olurdu.
Diğer yandan İmanı Mâlik’e göre kendi mezhebinde sonrakilerin görüşüne muhalif olarak bir malı “ihrâr” hâlinde mülkiyet hakkı elde edildiği gibi, başkanın bunu ihrâzı hâlinde belli bir süre geçince önceki mâlikin hakkının düşeceği görüşünü benimsemiştir. Mâlik b. Enes (ö. 179/795) bu konuda Said b. el-Müseyyeb (ö. 93/711)’ten mürsel* olarak nakledilen şu hadise dayanır: “Kim bir Seve nizasız ve fâsılasız (hasmı aleyhine) on yıl süreyle zilyed olursa, bu Şeye ondan daha fazla hak sahibi olur” (el-Mâlik, el-Müdevvene, Mısır 1323,’ 1905, XIII, 23).
Zaman Aşımının Davalara Etkisi
Bir takım hak ve alacakların mahkeme yoluyla istenebilmesi süresiz olarak mümkün kılınırsa; hâkimin görev yapma süresi, delillerin yok olması, şahitlerin unutkanlıkları, mülkün aslı üzerinde şüphe doğmasına engel olma gibi nedenlerle çeşitli zorluklar doğar. Ancak ne kadar süre geçerse geçsin bir hak kendiliğinden düşmez. Sahibinin itiraf edilerek bunun yerine verilmesi “diyâneten” vacip olur. Bir kimse başkasının mülk edindiği bir mala el koysa, hiç bir durumda şer’an bu mala mâlik olamaz (ez-Zühaylî, el-Fıkhu’l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, IV, 69).
Bir hakkı mahkeme yoluyla (kazâen) isteyebilmek için İslâm Devleti bir takım düzenlemeler yapabilir ve zaman aşımı süreleri koyabilir.
Mecelle’de hukuk davaları için zaman aşımı süreleri beş tane olup şunlardır:
1- Otuz altı yıllık süre aşımı: Vakfın aslı ve arazinin sahibi ile ilgili davalar 36 yıllık zaman aşımına tabidir. Mecelle’nin 1661. maddesi şöyledir: “Vakfın aslı hakkında mütevelli veya oradan maaş alanların (mürtezika) davaları 36 yıla kadar dinlenir. Fakat 36 yıl geçtikten sonra artık dinlenmez.” Meselâ bir kimse otuz altı yıl süreyle bir akara, mülkiyet üzere tasarrufta bulunduktan sonra bir vakfın mütevellisi, bu akarın kendi vakfının gelir getiren ünitelerinden (musteğallât) olduğunu dava etse, bu dava dinlenmez. Vakfın salih oluşu kendisine bağlı bulunan her şey vakfın aslındadır. Bu nitelikte olmayan şeyler ise “vakfın şartları”ndan sayılır. Mütevelli ya vakıfnâme gereğince veya hâkim tarafından belirlenir. Mürtezika ise, vakfın gelirinden maaş ve tayin alan kimselerdir. Bunlara “ehl-i vezaif”de denir. Bir caminin imamı, müezzini veya kayyımı gibi. Bazı fakihlere göre, vakıflarda dava hakkı yalnız mütevelliye aittir. Önceleri fetvaya esas olan görüş bu idi. Ancak Mecelle buna “Mürtezika”yı da ilave etmiştir.
Meselâ; bir kimse, başkasının elinde bulunan bir akar için bu akarın gelirinin veya oturma hakkının kendisine şart koşulmuş vakıf olduğunu ve zilyedliğin kendisine ait bulunduğunu dava etse, bu kimse mütevelli ise veya Mecelle’nin tercihi ile bu vakıftan maaş alan bir kimse ise ve diğer zilyedin tasarrufunun üzerinden de 36 yıl geçmemişse dava dinlenir. Aksi halde dava dinlenmez (Ali Haydar, Düraru’l-Hukkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, İstanbul 1330, IV, 342).
Vakıf paraların aslı ile ilgili davalar da otuz altı yıla kadar dinlenir. Meselâ; bir kimse mütevellisi olduğu vakıf paralardan bir miktar kendi işi için harcarsa, kendinden sonraki mütevelli bunu dava etse, otuz altı yıl geçmemişse dava dinlenir. Aksi halde dava süre yönünden reddedilir (Ali Efendi, Fetâvâ, İstanbul 1311, II, 89). Ancak vakıf paranın kârı (rıbh) ile ilgili davalar on beş yıllık zaman aşımına tabi kabul edilmiştir.
Vakfın aslı ile ilgili davalar iki türlü olabilir:
a- Akarı vakfa geri almak için dava açmak. Meselâ; bir kaç dükkânı mülkiyet üzere 36 yıldan daha az bir süreyle tasarruf etmekte olan bir kimse aleyhine mütevelli vakıf davası açsa, ispat ettiği takdirde bu dükkânlar vakfa geri döner. 36 yıl geçmişse kazâen geri verilmez, fakat tasarrufta bulunan diyâneten yani vicdanı ile başbaşa bırakılır. Böyle bir durumda sorumluluktan korkan mü’minden bu yeri vakfa döndürmesi beklenir.
b- İki vakıf arasında dava açılması: Bir vakfın kullanmakta olduğu bir akarı, başka bir vakıf mütevellisi kendi vakıflarına ait kira ile verilen bir yer olduğunu dava etse, otuz altı yıldan fazla süre ile susmuşsa bu dava dinlenmez (Ali Haydar, a.g.e., IV, 343).
Diğer yandan gayri menkule bağlı “geçiş (murûr)” ve “su akıtma (mesîl)” hakları vakıf arazide bulunuyorsa bunlarla ilgili davalar da 36 yıllık zaman aşımına tabi bulunur. Hatta bu haklar iki vakıf arasında da cereyan eder.
On beş yıllılık zaman aşımının üstünde bir süre içinde dava konusu yapılabilen üç çeşit mal daha vardır. Bunlar: Yetim malı, kayıp olan kişinin malı ve miras malı. Ancak Ebûssuud Efendi bir fetvasında miras meselesini ayrı tutmuştur. Fetva şöyledir: “Bir kimse şer’î bir özrü olmaksızın mirasla ilgili davasını 15 yıl süreyle takip etmese bundan sonra dinlenir mi? el-Cevap: Dinlenmez.” Ali Efendi ile Rumeli müftüsüi Abdullah Efendi fetvalarında da durum böyledir. Ancak mirasla ilgili bu fetva İslâm Devletinin miras davası için 15 yıllık zaman aşımı esasını benimsediği durumla sınırlı sayılmıştır (bk. Ali Efendi, Fetâvâ, II, 87; İbn Abidîn, Reddü’lMuhtar ale’d-Muhtâr, Terc. M. Savaş, İstanbul 1985, XII, 312).
2. Onbeş yıllık zaman aşımı: 36 yıllık zaman aşımına tabi bulunan vakıf akar, yetim veya kayıp olan kişinin malı dışında bir takım mallar 15 yıllık zaman aşımı süresine bağlıdır. Para alacağı, vedîa *, miras *, mülk akar *, vakıf akarın * geliri ile ilgili davalar 15 yıl içinde açılmadığı takdirde, artık bu konuda mahkemeye başvurma hakkı düşer. Bunlar kısaca şöyledir:
Alacak davası (deyn): Bir kimse 15 yıl geçtikten sonra borçlusuna: “Sana 15 yıldan fazla bir süre önce verdiğim şu kadar parayı, karz-ı haseni veya sattığım malın satış bedelini istiyorum” diye dava açsa, davası dinlenmez. Ancak diyaneten bu borç düşmez, Allah’la kendisi arasında sorumluluk doğurmak üzere devam eder. Nitekim çeşitli âyetlerde karz’ın yüce Allah’a güzel bir borç olarak verildiğine işaret edilir (bk. el-Bakara, 2/245; el-Mâide, 5/12; el-Hadîd, 57/11, 18; et-Teğabun, 64/17; el-Müuemmil, 73/20). Fertle devlet arasındaki alacak ve vereceklerde de bu zaman aşımı süresi uygulanır. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında 20 Muharrem 1300 H. tarihli padişah fermanı ile beytülmal’e ait alacakların 15 yıl geçtikten sonra artık dava konusu yapılamayacağı bildirilmiştir.
Emanet verilen şey (vedîa): Bir kimse ” 15 yıl önce sana verdiğim şöyle bir emanetimi istiyorum” diye dava etse, davalı bunu inkâr etse, dava dinlenmez.
Âriyet (kullanmak üzere verilen şey): Meselâ bir kadın, vefat eden kızına 15 yıl önce filân şeyleri âriyet olarak vermiştim, şimdi geri istiyorum, diye dava etse, davası dinlenmez.
Miras: Mirasçılardan birisi, diğerinden “15 yıl önce vefat eden miras bırakanımızın malından sende şunlar kalmıştı. Payımı isterim” diye dava etse, diğeri bunu inkâr etse dava dinlenmez.
Mülk akar: Bir kimse diğerinin 15 yıldan beri mülkiyet üzere tasarruf ettiği mülk bağ veya evin tamamı veya şu kadar bölümü benimdir diye o kimseden dava etse dinlenmez.
Mukâtaalı vakıf akar: Mukâtaa; arsası vakfa, üzerindeki bina, ağaç, bağ, kavak, tesis vb. başkasına ait mülk olan bir akarda tasarrufta bulunan tarafından vakfın cihetine verilmek üzere arsa için belirlenmiş bulunan yıllık kira demektir. Buna “yer kirası (icâre-i zemin)” de denir. Ayrıca böyle bir vakıf arsa üzerindeki bu ağaç veya tesislerin de vakfedilmesi mümkün ve caizdir.
Vakfiye gereği mütevelli iddiası: Bir kimse vakıfnâme gereği vakfa on beş yıl mütevellilik yaptıktan sonra, başka bir kimse çıkıp da o vakfın, vakıfnâme gereği mütevellisinin kendisi olduğunu dava etse dinlenmez.
Vakfın geliri davaları: Vakfın geliri (galle), ona ait faide ve semeresi demektir. Vakıf paranın kârı, vakıf akarın kirası, vakıf çiftliğin ürünü gibi (bk. Ali Efendi, Fetâvâ, II, 89 vd.; Ali Haydar, a.g.e., IV, 339 vd).
3. On yıllık zaman aşımı: Kuru mülkiyeti devletin, yararlanma hakkı tasarruf sahibinin olan “mîrî arazi * “ler üzerinde tasarruf davası ile, geçiş, su akıtma ve su alma haklarına ait davalar on yıllık zaman aşımına tabiidir. Meselâ; bir kimse mîrî araziden olan bir tarlayı başkasının gözü önünde on yıl ekip biçtiği halde bu kimse özürsüz olarak susmuş iken bu kimse on yıl önce bu tarla üzerindeki tasarruf hakkının tapu ile kendisine ait bulunduğunu dava etse davalı inkâr edince dava dinlenmez. Ancak böyle bir dava on yıl geçmeden açılırsa mahkeme buna bakar.
Diğer yandan mîrî arazinin mülkiyetine ait arazi memurlarının iddiaları ise 36 yıla kadar dinlenir. Nitekim bu konuda 22 Muharrem 1300 H. tarihli fermanla Osmanlı Devleti bu son zaman aşımı süresini esas almıştır. Mîrî arazilerde geçiş, artık sulan akıtma veya su alma hakları da on yılık süre aşımına tabiidir.
Zaman Aşımını Kesen Özürler
Bazı özürler zaman aşımını keser. Süre bu özrün kalktığı andan itibaren başlar. Mecelle’nin 1663’üncü maddesinde özürler şöyle belirlenmiştir: “Bu konuda geçerli olan, yani davanın dinlenmesine engel olan zaman aşımı ancak özürsüz olarak vâkî olan zaman aşımıdır. Yoksa davacının vasisi bulunsun bulunmasın çocuk veya akıl hastası yahut bunak olması veya yolculuk (seferilik) kadar uzakta olan başka diyarda bulunması veya hasmının üstünlük sağlayan birisi olması gibi şer’î özürlerden birisiyle gelen zamana itibar olmaz. Bu nedenle zaman aşımının başlangıcı özrün sona erdiği tarihten itibaren olunur.
4- İki yıllık zaman aşımı:
İslâm Devletinde, bir dava için arazi kanunu zeyli gereğince boş kalır. Bu gibi yerler yeni gelen muhacirlere tahsis edilip, onlar tarafından ziraat ve kendine ait binalar yaptırırlar. İşte bu davalar özürsüz olarak iki yıl geçince “zaman aşımı”na uğrar.
5- Bir yıllık zaman aşımı: Şüf’a hakkı bir ay takip edilmeyince düşer. Mecelle’nin 1034’üncü maddesinde şöyle denir: “Şüf’a hakkını tesbit ve buna şahit tuttuktan sonra şüf’a hakkı sahibinin eğer başka bir beldede bulunmak gibi bir şer’î özrü yok iken, husûmet talebi bir ay gecikirse şüf’a hakkı düşer.”
Zaman Aşımının Bâtıl veya Fasit Akitlere Etkisi
Batıl olan bir şey zamanın geçmesiyle meşru hâle gelmez. Süre ne kadar uzarsa uzasın, batıl olduğu ortaya çıkan muâmelenin kaldırılması gerekir. Çünkü batıl gerçekte yok hükmündedir. Süt veya mahrem hasımla yapılan evlilik gibi. Zaman aşımının fesat sebebi kalkmadıkça fasit muameleyi meşru hâle getirmez. Ancak fesad sebebi kaldırılır veya feshe engel bir durum ortaya çıkarsa muâmele sahih hale gelir (eş-Zuhaylî, a.g.e., IV, 284)
Şahitlikte hırsızlık ve Zaman Aşımı
Zina, hırsızlık ve şarap içme cezalarının (had) uygulanabilmesi için bu suçlara şahit olanların açık bir özür olmadıkça gecikmeden şahitlik yapmaları gerekir. Çünkü suçun işlendiği tarihle şahitlik etme tarihi orasında uzun bir süre geçerse töhmet ve fitne ihtimali artar. Uzun süre sustuktan sonra şahitlik yapılması, davalıya duyulan kini akla getirir. Diğer yandan şahit, böyle bir geciktirmeyi “şantaj” aracı olarak kullanmaya da kalkışabilir. Hz. Ömer (r.a)’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Had cezasını gerektiren bir suça, suçun işlediği sırada değil, sonradan şahitlik eden bir topluluk, içlerinde bulunan bir kinden dolayı şahitlik yapmış sayılır. Bu yüzden onların şahitlikleri kabul edilmez” (ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 49).
Bir yerde hâkimin bulunmaması, mesafenin uzaklığı, yolun tehlikeli oluşu açık özür sayılır. Bu özürler nedeniyle şahitliğin gecikmesi mümkün ve caizdir.
Ebû Hanîfe’ye göre zaman aşımı süresi hâkimin takdirine bırakılmıştır. Çünkü şahitlik yapmak için olayla hâkim önüne çıkma arasında geçebilecek süreler yer ve çevre şartlarına göre değişiklik arz eder. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre zaman aşımı süresi bir ay ve daha fazla olan bir süredir. Eğer süre bir aydan kısa ise bu zaman aşımı sayılmaz. Çünkü bir ay sürelerin en kısasıdır. Bir aydan az olan süreler peşin (acil) hükmünde olur (es-Serahsî, el-Mebsût, 1. Baskı, Beyrut 1398/1978, IX, 50; ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 49).
Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîlere göre, zina *, kazf * (zina iftirası) ve şarap içme ile ilgili hadler konusunda yapılacak şahitlik zaman aşımına uğramaz. Çünkü zina hakkındaki şahitliğin zikredildiği âyet genel anlam ifade eder. Gecikme nedenliye şahitliğin düşeceğine ait bir delil de yoktur. Diğer yandan şahitliğin gecikmesi bir özürden veya şahidin kaybolmasından ötürü olabilir. Had cezası ise mutlak ihtimalle düşmez (bk. İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, Bulak 1315, IV, 161; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire 1970, VIII, 207).
İkrarda Zaman Aşımı Müctehitler, zina ikrarı için bir zaman aşımı süresinin bulunmadığı konusunda görüş birliği içindedir. Çünkü insan kendisi aleyhinde bulunmakla itham edilemez. Buna göre, bir süre geçtikten sonra hâkim önünde yapılacak ikrarla zina sabit olur. Ancak Mâlikîler dışında çoğunluğa göre böyle bir kimse had hükmü verilmezden veya had cezasının bir bölümü uygulandıktan sonra bile ikrarındın dönse veya kaçsa had düşer (İbnü’l-Hümâm, a.g.e., IV, 120; İbn Kudâme, a.g.e., VIII,197; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 271).
Zina İftirası Cezasında (Kazf) Zaman Aşımı
Kazf haddinde zaman aşımı söz konusu değildir. Bu yüzden zina iftirası yapıldığına dair şahitlik, olayın üzerinden uzun süre geçtikten sonra yapılsa bile şahitlikleri kabul edilir. Çünkü diğer hadlerden farklı olarak kazf şahitliği geciktirmede kin ve töhmet ihtimali bulunmaz. Çünkü kazfte önce dava açılması şartı aranır. Buna göre, şahitliği yerine getirmedeki gecikmenin davayı açmadaki gecikmeden kaynaklanması da mümkündür (el-Kâsânî, el-Bedâyi’, 1. Baskı, Beyrut 1328/1910, VII, 46).
Diğer yandan zaman aşımı cinayete şahitliğin kabulüne de engel olmaz. Böylece zaman aşımı kazf ve katl dışında diğer hadlerde etkisini gösterir. Şarap içmede zaman aşımının etkili oluşu, şarabın kokusunun yok olması ile ilgilidir. Günümüzde kanda alkol araştırılması yoluyla bu sürenin uzatılabileceği mülkün hale gelmiştir.
Dövme, sövme, çirkin sözler söyleme gibi İslâm Devletinin koyacağı cezanın (ta’zîr)* uygulanacağı konularda suçu inkâr edene yemin teklif edilir ve bu suçlar zaman aşımı ile de düşmez. Bu konularda, diğer hukuk davalarında olduğu gibi kadınların şahitliği de geçerlidir (ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 521).
Eş veya Hısımların Nafakasının Zaman Aşımına Uğraması
1-Eşin Nafakasının Düşmesi:
Kadının kocasından alacağı nafaka; ibra, ölüm, kocasına itaatsizlik, dinden çıkma ve evliliğin bir ma’siyet yüzünden kadın tarafından olan bir nedenle sona ermesi gibi sebeplerle düşeceği gibi, bazı durumlarda zamanın geçmesi ile de düşebilir. Nitekim, kadının nafakası kocasına gerekli olduktan sonra hâkim tarafından veya karşılıklı rıza ile miktarı belirlenip, zimmette bir borç halini almadıkça zamanın geçmesiyle düşer. Hâkim nafakaya hüküm verip bir zimmet borcu halini aldıktan sonra ise artık zamanın geçmesiyle nafaka düşmez. Bu Hanefîlerin görüşüdür.
Mâlikîlere ve geri kalan mezheplere göre, nafaka hiç bir durumda zaman aşımına uğramaz. Eş birikmiş nafakası için kocasına döner. Hısımların nafakası ise bunun aksine olup zaman aşımı ile düşer (bk. el-Kâsânî, el-Bedâyi, IV, 22, 29 vd.; İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-Kadîr, III, 332 vd.; İbn Abidîn, Mısır t.y., II, 889 vd.; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-Müctehid, Mısır t.y., II, 54; İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, 578, 604, 611 vd.; eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 160)
2. Hısımların nafakasında zaman aşımı:
Hanefî, Şâfiî ve Hanbelîlere göre, çocuklara, ana-babaya ve diğer hısımlara verilecek nafaka zamanın geçmesiyle düşebilir. Hanefilere göre, hâkim hısımlar lehine nafakaya hüküm verdikten sonra, nafaka alacaklısı hısım nafakayı kabzetmeden veya nafaka yükümlüsü aleyhine borçlanmadan bir ay ve daha fazla bir süre geçse nafaka düşer. Çünkü eş dışındaki hısımların nafakası ihtiyaçlarını giderme esasına dayanır. Bu yüzden zengin olan hısıma nafaka vermek gerekmez. Hısımın, lehine hükmedilen nafakayı bir süre almaması, ihtiyaç sahibi olmadığını gösterir. Eşin nafakası ise, hâkimin belirlemesinden sonra, zamanın geçmesi ile düşmez. Çünkü onun nafakası eve bağlanma (ihtibas) karşılığı olup, ihtiyaç nedenine dayanmaz. Bu yüzden karı, zengin de olsa nafaka almaya kazanır. Hâkimin nafakayı borç olarak alma izni vermesi halinde de düşmez. Çünkü bu takdirde zimmet borcu olmuş bulunur. Diğer yandan ez-Zeylaî küçüklerin nafakasını eşin nafakasına benzetmiş ve bu ikisini aynı hükümlere tabi kabul etmiştir (el-Kâsânî, a.g.e., IV, 38; İbnü’l-Hümâm, a.g.e., III, 354; el-Meydânî, el-Lübâb, İstanbul t.y., III, 109; İbn Âbidîn, a.g.e.,II, 925, 942 vd.; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II,167).
Mâlikîlere göre, ana-babanın veya çocukların nafakası, hâkim miktarını belirleyip karar vermedikçe zamanın geçmesiyle düşer. Hâkim belirlediği takdirde sabit olur (ez-Zühaylî, a.g.e., VII, 783).
Sonuç olarak, bir aydan kısa sürede hısımların nafakası ile eşin ve çocukların nafakası zamanın geçmesiyle düşmez ve hâkim kararı olunca zimmet borcu olarak devam eder. Yine hâkimin emriyle borçlanma olunca eşten başka hısımların nafakası da düşmez.
Hamdi DÖNDÜREN