YE’S
Umudunu kesmek, ümitsizlik, ümid ve güvenle bağlanacağı şeyden ümidini kesmek anlamında, yeise fiilinden masdar. Recâ (umma, ümid besleme) karşıtıdır. Bir kimsenin bir şeyden emel ve umudunu kesmesi, güvenini kaybetmesi, kalbinden ümid ve emeli tamamen kesip tamamıyla umuttan uzak ve boş olması anlamına gelir. Kur’an-ı Kerîm’de bu anlamda kullanılmıştır: “Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazab ettiği o kavim ile dost olmayın ki kabirlerde bulunan kafirler nasıl ye’se düştülerse (ümidlerini kesdilerse), onlar da öylece âhiretten ümidlerini kesmişlerdir (ye’se düşmüşlerdir)” (el-Mümtehine, 60/13). Çünkü ölmüş ve kabre girmiş olan kâfirler, Cehennemdeki ebedi kalacakları mevkilerini gördükleri ve ahiret nimetlerinden mahrûmiyetleri belli olduğu için her vechile Cennet’ten ümidleri kesilmiş ve ye’sleri gerçekleşmiştir. Ölmemiş kâfirler de ölülerin diriltilmesinden ve ahiretten tamamen ümidlerini kesmişlerdir.
Kur’an-ı Kerîm’de yalnız bir âyette “ye’s” “bilmek” anlamınadır: Efe lem yey’esi’llezine âmenü…. İman edenler şu hakikatı bilmediler mi ki Allah dileseydi, insanların hepsini zorla hidayete eriştirirdi…” (er-Ra’d, 13/31). Önemli olan, insanların kendi ihtiyarları ile hakkı arayıp iman etmeleridir.
Kelâm ve Akaid kitablarında ye’s kelimesi “îmanü’l-ye’s” ve “tevbetü’l-ye’s: tevbe-i ye’s” şeklinde kullanılır. Bir kimsenin bir şey hakkında kendi bilgi ve ihtiyariyle karar veremeyerek ye’s ve korkuya düşmesine ye’s hâli denilir. Ye’s kelimesi yerine be’s kelimesi de Be’simizi (azabının) gördükleri vakit imân etmeleri kendilerine fayda verecek değildir” (el-Mü’min, 40/85) âyetine uymak için kullanılır. Be’s; azab, şiddet, sıkıntı, güç ve kuvvet demektir.
Bir kâfir, yani Allah’a veya Allâh’ın peygamberlerine ve âhiret gününe îman etmeyen bir kimse, ölürken ölümün şiddetleri kendisine gelip çattığı ve ilahî azabı müşahede ve muayene ettiği vakit iman ederse, bu imana iman-ı ye’s veya îman-ı be’s denilir. Bir fasıkın ölürken günahlarından tevbe etmesine de tevbe-i ye’s denilir.
İman-ı ye’s (ye’s halinde iman) makbûl değildir.
Ye’s halinde iman üç şekilde olur:
1- Peygamberler gelip Allah’ın emirlerini tebliğ ederler, doğruluklarına dair mu’cizeler gösterirler. İnanmayanların üzerine Allah’ın azabının ineceğini söylerler. Bundan sonra geride inananların dışında Fir’avn gibi kalbleri katılaşmış inanmayan kimseler kalır. Azab-ı elîm olan helâk âyetleri gelip inanmayanları yakalayınca, bu sırada iman edenlerin imanları kabul edilemez ve bunların imanları kendilerine bir fayda vermez. Çünkü kendi ihtiyarları ile değil, korku ve ümitsizlikten dolayı iman etmiş oldukları için, bu imanları bir iman-ı ye’s veya iman-ı be’s olur. Önceden serbest iradeleri ile iman etmedikleri halde peygamberlerin geleceğini söyledikleri azabın apaçık görüldüğü böyle yeis zamanında imanları sahih olmaz ve hiç bir fayda vermez. Gözönünde hazır olana ve meşhûde inanmakla iman sahih olmaz. Nitekim ahirette diriltildikten sonra kâfirlerin iman etmesi de böyledir.
İhtiyarî olan, gayb ve istikbâle taalluk eden ve burhanlarla gerçeği istidlâl ile elde edilen ve gelecek için bir hayır kazanacak kadar ölümden önce bulunan bir vakitte husûle gelen iman makbuldür. Olacak olmağa başladıktan ve iş işten geçtikten sonra inanmakta bir fayda yoktur. Olacağa olmadan önce inanılmalı ki zararlarından korunmak için hazırlık ve tedariklerde bulunulabilsin. Bu gerçekleri şu âyetler apaçık bir şekilde ifade eder: “Öyle ya kendilerine peygamberleri mucizeler getirince, onların nezdindeki ilme karşı şımarıklık gösterdiler (veya kendi bildikleri ile şımarıp mağrur oldular). İstihza edip eğlenceye aldıkları azab kendilerini çepeçevre kuşatıverdi. O çetin azabımızı gördükleri vakit “tek olan Allah’a inandık, ona eş tutmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik” dediler. Fakat azabımızı (be’simizi) gördükleri zaman iman etmeleri kendilerine fayda vermedi. Allah’ın kulları hakkında câri olan âdeti budur. İşte kâfirler burada hüsrana uğradı” (el-Mü’min, 40/83-85);
“Nihâyet, Firavun suda boğulup can pekişirken “inandım, hakikat İsrail oğullarının iman ettiğinden başka tanrı yokmuş, ben de müslümanlardanım, “demişti. Şimdi mi îman ediyorsun. Halbuki sen bundan evvel ömrün boyunca isyan etmiş, fesadçılardan olmuştun.” (Yûnus, 10/90-91).
Yûnus kavmi gibi bir millet peygamberlerin söyledikleri azab gelmeden önce iman ederlerse imanları sahih olur. Yûnus kavmi, Hz. Yûnus’un söylediği azabın emareleri belirince, azab kendilerine gelmeden önce iman ettikleri için imanları sahih olup fayda vermiştir (bk. Yûnus, 10/98).
2- Önceden iman etmeyen bir kâfir, üzerinde ölümün emareleri belirip ölümün şiddetleri kendisini sardığı zaman iman ederse, bu iman-ı ye’s veya îman-ı be’s’dir; makbul değildir. Çünkü ölüm zamanında geride îman ile hayır işleyeceği hiç bir vakit kalmamıştır ve hayır işlemesine hiç bir imkân kalmamış, nefsi elinden çıkmıştır.
Bir kâfir ölüm hastalığına yakalanır, ölümün şiddetleri belirmeden ve can boğazına gelmeden önce aklı başında olarak bir hayır kesbine imkân bulacak bir zaman ve lahzada olur ve ye’s (ümitsizlik) ve be’s (azab) tahakkuk etmeden iman ederse, bu iman makbûl ve sahih olur. Fakat halet-i nezi’de, can boğaza gelince ye’s halinde küfürden tevbe ederek îman etmek makbûl değildir: “Günahları işleyenlerden her birine ölüm gelince “işte ben şimdi tevbe ettim” diyen kimselere tevbe yoktur. Kâfir olarak ölenlerin de tevbeleri makbûl değildir. İşşte bunlara biz çok acıklı bir azab hazırlamışızdır” (en-Nisâ, 4/18) ayeti gereğince günah işleyip günahlara dadanan mü’minlerin ölüm gelip çatınca ve hayattan ümidlerini kesmeden önce, tevbelerinin kabulü kat’i değildir; Allah’ın dilemesine bağlıdır.
Fakat mü’min olduğu halde bazı günahlara da bulaşmış olan insanın son nefesinde bile tevbesi makbul olabilir. Çünkü Allah Teâlâ Âllah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz” (ez-Zümer, 39/53) buyuruyor. Fakat imansızın son nefesindeki tevbesi makbul değildir. Çünkü bunun önceden iman ve irfandan nasibi yoktur ve Allah’ın rahmetinden ümidini kesmiştir. Bunda bütün İslâm âlimlerinin ittifakı vardır. Bir kısım âlimler, iman-ı ye’si, vaktinde dikilmediği için, tutup büyümekten uzak olan ve kuruyacak fidana benzettiler.
Peygamberimiz (s.a.s) Allah, kulunun tevbesini, canı boğazına gelmediği müddetçe kabul eder” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 132, 153; III, 425; V, 362; Tirmizî, Da’avat,13, 98; İbn Mace, Zühd 13, 30) buyurur. Hadiste geçen gargara ile murad, ye’s halidir. Bir kulda, ye’s ve be’s hafinin tahakkukundan sonra, onun Allah’ın emirlerini yerine getirmesi aklen ve naklen tasavvur olunamaz. Nitekim Allah Teâlâ, “Onlar (kâfirler) eğer tekrar, hayata döndürülseler, nehy olundukları şeylere tekrar dönerlerdi. Muhakkak onlar yalancıdırlar” (el-En’âm, 6/28) buyurmuştur. Bu ayet-i kerime, kâfirin ölürken iman etmesinin kendi istek ve ihtiyarı ile olmayıp mecburî olduğuna delâlet eder. Çünkü kâfirler, ölürken ilahî azabı görürler ve meleklerin verdiği şiddetli acıyı tadarlar: “Melekler o kafirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura, ve ” gelecekte de tadın cehennem azabını” diyerek canlarını alırken onları bir görmeliydin” (el-Enfal, 8/50); “Onların (kâfirlerin) hali ne olacaktı melekler onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken” (Muhammed, 47/27); “Ölümün şiddet ve dehşetleri içinde meleklerin pençelerini uzatarak kendilerine “Canlarınızı çıkarın! Allah’a karşı haksız olanı söyleye geldiğiniz, Allah’ın âyetlerinden kibirlenerek uzaklaşmış olduğunuz içindir ki bugün hakâret azabıyla cezalandırılacaksınız”, dedikleri zaman o zalimleri sen bir görmeliydin” (el-En’âm, 6/93); “Hele can boğaza gelince, o vakit siz görürsünüz.” (el-Vakıâ, 56/83-84). Bütün bu âyetler, kâfirlerin ölürken ilâhî azabı müşahede ettiklerine delâlet eder. Bu sebeple onların iman etmeleri ümitsizlik ve korkudan dolayı olup ihtiyarî değildir.
İmam Mâtüridî’den sonra Matüridîlerin en büyük kelamcısı Ebu’l-Mu’in Meymûn b. Muhammed en-Nesel, ye’s ve be’s halinde bir kişinin iman etmesinin geçersizliğinin sebeplerini şöylece açıklar:
1- Bir kimsenin ye’s (ümitsizlik ve korku) halinde iman etmesi, kendisine yönelen ve yakasına yapışan azabı gidermek için olup ihtiyarî ve hakiki iman değildir. Hakiki iman ihtiyar ve istek ile Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızasını elde etmek için sahib olunan imandır.
2- Ye’s ve be’s halinde kişiyi ihtiyarsız olarak inanmaya mecbûr eden, gördüğü âhiret azabının başlangıcı olan bir sıkıntı ve azabtır. Bundan kurtulması için imana sığınır. İmansız kişi dünyada ölürken azab çeker bununla âhirete intikal eder.
3- Kişinin ölürken ve öldükten sonra nefsi elinden çıkmıştır. Ölürken nefsinde tasarrufa ve bir hayır kesbederek onunla faydalanmaya güç getiremez.
4- Bu şekilde bir imanın faydasının bulunmayacağı hakkında nass varid olmuştur (Bkz. Ebu’l-Mu’ın Meymûn b. Muhammed en-Nesefı, Tabsıratü’l-Edille, vrk. 8b-9a. Raşid Efendi Kütüphanesi, Numara: 496. Fatih Kütüphanesinde 2907 numarada kayıtlı nüsha, vrk. 10a).
Ebû Mansûr el-Matürîdî de ye’s halindeki iman hakkında şöyle der: “Bu zaman (kişinin can çekiştirdiği zaman), azabın indiği vakittir. O vakit kişi şahid ile (göz önündeki azab ile) gaibe dair bir delil getiremez ki, onun (inandım) sözü ilim ve bilgiden meydana gelen inanç olsun. Çünkü bu şekilde iman, korku ve azabı gidermek için inanmadır. İsteği ile çalışarak erişilen iman değildir ki, inanması çalışıp çabalama ile husûle gelen iman olsun” (Te’vîlât li-Ebî Mansûr Matürîdî, vrk. 182a. Numara: 47 Raşid Efendi Kütüphanesi, Kayseri).
3- Güneşin batıdan doğması veya semâ (yıldızlar) parçalanıp üzerlerine düşmek gibi kıyâmetin açık ve büyük alâmetleri zuhur ettiğinde, veya kıyamet kopmaya başlayınca veyahut da öldükten sonra diriltildiğinde kâfirin iman etmesi de bir iman-ı ye’sdir, kendisine fayda vermez. Bu husus Kur’an-ı Kerîm’de şöyle ifade edilir:
“Onlar (kâfirler) ancak kendilerine azab meleklerinin gelmesini, yahud Rabbinin gelmesini veyahud Rabbinin âyet ve hâlâk mucizelerinden bazısının gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin âyetlerinden bazısı geldiği gün, daha önceden iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmış olmayan hiçbir kimseye o gün iman etmesi asla fayda vermez. De ki, “Bekleyin, şüphesiz biz de bekliyoruz,” (el-En’âm, 6/158). Burada meleklerden murad, ölüm veya azâb melekleridir.
Allah Teâlâ’nın iki türlü âyeti vardır:
a) Allah’ın varlığına ve ekmel sıfatlarına delâlet eden, gelecekteki hadiseleri meydana gelmelerinden önce haber veren ve gösteren âyet ve delillerdir ki iman ve ahiret bunlarla kazanılır.
b) Bir kısım âyetler (alâmetler) de hâdise ve vâkıaların bilfiil ortaya çıkmaya başladıklarını ve ilahî kudretin tecellisini gösterirler. Bunlar gelince açıkça herkese belli olduğundan, ihtiyarî olarak delil ile istidlâl ederek gayba inanma ihtimali kalmaz ve bu zaman iman etmenin bir faydası olmaz. Bu âyetler gelmeden önce inananlar kurtuluşa erer. Bu ikinci kısım âyetler de kıyametin büyük âlametleridir ki bunları görenler iman edeceklerdir. Fakat bunlar gelmeden önce iman edenler veya iman edip amel-i salih işlemiş ve iyilik yapmış olanların imanları makbûl olacaktır. Yoksa önceden iman etmemiş veya imanla bir hayır kazanmamış kişinin, kıyametin büyük ve açık olan âyetleri zuhur edince veya kıyamet koparken veyahud da öldükten sonra diriltilince iman etmesi de bir iman-ı ye’sdir, kendisine fayda vermez. Güneşin batıdan doğması gibi kıyametin büyük âlametleri zuhur ettiğinde teklif zamanı geçeceği için imanın kabul olunmayacağına dair Buharî ve Müslim’in de rivayet ettiği bir çok hadisler vardır.
Müfessirler, yukarda meali zikredilen el-En’âm suresi, 158. âyete “Kıyametin büyük âlametleri zuhur edince çocuklar müstesnâ, bundan önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye, iman etmesi fayda vermez. Bir kimse önceden iman etmiş olup da bu âlametler zuhur edince fırsat bulur ve bir hayır işlerse faydasını görebilir” şeklinde mana vermişlerdir.
Elmalılı Merhûm Hamdi Yazır, bu âyeti tefsir ederken: “lem tekün âmenet kablü: Önceden iman etmemiş” cümlesinin “min kablü: önceden” sözü ile kayıdlı olduğunu, bu cümleye terdid edatı olan” ve-veya” ile atfedilen “veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye” cümlesinde bu “min kablü-önceden” kaydının olmadığını ve “ma’tüfün aleyhin kaydını ma’tûfta da itibâr etmek zarûrî değildir” kaidesini nazarı itibare alarak şöyle demiştir: “Bir kâfir, o gün âyâtın zuhuru üzerine iman eder ve o iman ile bir hayır kesbine imkân da bulursa ye’s übe’s tamamen tahakkuk etmemiş olduğundan, bu imanın dahi menfaat verebilmesi melhuzdur. Yani o günkü imanın makbûl olabilmesi için her halde o imandan sonra bir hayır kesbine imkân bulunmalıdır” (Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, III, 2108).
Merhum Hamdi Yazır’ın tefsirine göre; bir kişi kıyametin büyük alâmetlerinden önce iman etmiş olursa, onun kurtuluşu için bu kâfi olacaktır. Fakat bu âyetlerin zuhurundan itibaren iman etmenin kabulü için, bu imanı ile beraber hayır işlemesi de şarttır. Çünkü vakit daralmıştır. Henüz kıyamet kopup bitmeden ve vâkıa tamam olmadan iman etmekle birlikte hayır ve iyilik işlemek fayda verecektir. Kıyamet kopup bitince ve vâkıa tamam olunca be’s ü ye’s tamam olacak ve artık iman etmek de fayda vermeyecektir. Bununla beraber, kıyâmetin kapmasının alâmetleri belirince, henüz kopup bitmeden büsbütün ye’se düşmeyerek hemen iman edip salih amel işlemelidir (Bkz. Hamdi Yazır, a.g.e., a.y. 2108).
İslâm âlimleri ye’s ve be’s (ümitsizlik, korku ve azab) halinde iman etmenin geçersiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Fasık mü’minin ye’s halinde tevbe etmesinin makbul olup olmamasında ihtilâf etmişlerdir. Hanefi Matüridîlerden ve Şâfiîlerden bazı âlimler, âsî mü’minin ye’s halinde bile günahlarından tevbesi makbuldür, demişlerdir.
Yalnız Muhyiddin İbnü’l-Arabî Fusûsü’l-Hikem’inde ve bunun te’sirinde kalan Celâleddîn ed-Devvânî “Risâle fi beyân-ı İmân-ı Fir’avn” isimli eserinde Fir’avn’ın suda boğulurken iman etmesinin makbûl olduğuna dair görüş beyân etmişlerse de, bu görüşler Kur’an-ı Kerîm’in ayetlerine ters düşer. Kur’an varken bunlara itibar edilmez. Fakat İbnü’l-Arabî’nin “Fusûsu’l-Hikem”indeki Fir’avn’ın imanı hakkındaki sözleri ile “Fütühât’ındaki sözleri çelişir. Çünkü, İbnü’l-Arabî Fütühatın 62. babında, içinden bir daha çıkmamak üzere Cehennem’de ebediyyen kalacak kimselerin başında Fir’avn’ı zikreder (Bkz. Muhyiddîn b. el-Arabî, el-Fütühâtü’l-Mekkiye, I, 336, Bulak, 1269 h.)
İbnu’l-Arabî’yi çok iyi tanıyan Abdulvehhab eş-Şa’rânî’ye (v. 973/1565) göre İbnü’l-Arabî’nin, Fir’avn’ın ye’s halindeki imanının makbul olduğuna dair bir görüşü yoktur. Böyle bir görüşün O’na isnâd edilmesi uydurma ve yakıştırmadan ibarettir. Aliyyü’l-Karî ise, İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem’indeki iman-ı ye’sin sahih olduğuna dair görüşün sonradan bu esere sokulduğunu söyler.
Zamanımızda iman-ı ye’sin geçerliliğine dair Fusûsu’l-Hikem’deki İbn’ü’l-Arabî’ye aid olduğu iddia edilen görüşün te’siri altında kalarak delilsiz görüşler serdeden Mahmûd el-Gurâb gibi çağdaş yazarlar da mevcuttur.
Muhiddin BAĞÇECİ