VAKIF
İslâm hukukunda vakıf muamelesi için “Vakıf”, “Habs veya Hums” ve “Sadaka” olmak üzere üç terim kullanılmıştır. Vakf veya vakıf (va-ka-fe) kökünden arapça bir mastar olup; sözlükte; hapsetmek ve alıkoymak demektir. Kök anlamın kapsamı ederek genişlemiş ve bir malı; mülkiyetin nakli sonucunu doğuran tasarruflardan menedip, gelirini sürekli olarak yoksullara tahsis etmek anlamını kazanmıştır. Çoğulu “evkâf” ve “vukûf ‘tur. Vakıf kelimesi bir isim olarak, edilgen kök, yani “vakfedilen mal” anlamını ifade eder. Osmanlı Devleti uygulamasında “evkif ‘ tabiri, bu anlamda vakfın çoğuludur (İbn Mahzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut, t.y., III, 969-970).
İslâm Peygamber’i Hz. Muhammed bazı hadislerinde vakıf yerine eş anlamlısı olan “habs” kelimesini kullanmıştır (Buharî, Vesaya, 22, 28; Eyman, 33; Müslim Vasiyye, 15, 16).
İmam Şafiî (ö. 204/819) ile Mâliki hukukçular ve bunları izleyenler, Hz. Muhammed’in ifadesine sadık kalarak, vakıf için “habs” veya “hubs” ile çoğulu olan “ahbâs” terimini kullanmaya devam etmişlerdir (Şafiî, el-Ümm, Beyrut 1973, IV, 51, 58; Malik, el-Müdevvene, Beyrut 1323, IV, 98-111).
Vakıf yerine “sadaka” kelimesinin kullanıldığı da olmuştur. Sadaka; yoksullara Allah rızası için verilen şey, sevap kazanmak amacıyla hibe edilen mal, demektir (Şafiî, IV, 51; Ali Haydar, Tertibu’s-Sünuf,101 vd.) Bu kelimeye muharreme (dokunulmaz hâle gelen), müebbede (ebedî kılan) veya câriye (devam eden) gibi sıfatlar eklenerek vakıf anlamı kazandırılmıştır (Şafii aynı yer). Hanefilerin büyük çoğunluğu, işin başından itibaren vakıf terimi kullanmayı tercih etmekle birlikte, bazı Hanefî hukukçuları, konu başlığı olarak “Vakıf ve Sadaka”yı birlikte kullanmışlardır (el-Kâsânî, Bedayiu’s-Sanâyi, Beyrut, 1974, IV, 217).
Vakıf, bir hukukî müessese olarak şöyle tarif edilmiştir: Vakıf; kendisinden yararlanmak mümkün ve caiz olan bir malı, devamlı olarak Allah’ın mülkü olmak üzere temlik ve temellükten menetmek ve menfaatını (gelirini), Allah rızası için bir hayır cihetine tasudduk etmektir. Burada mal, vakfedenin mülkiyetinden çıkar ve Allah’ın (toplumun) mülkü haline gelir. Böyle bir malın yönetimi artık vakıfnamedeki şartlara ve genel esaslara göre olur (İbnü’l-Hümâm, a.g.e., V, 40; el-Kubeysî, Ahkâmü’l-Vakf, Bağdat, 1977, I, 75-78).
Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) tarifi şöyledir: Vakıf, mülk olan bir ayn’ı, vakfedenin mülkiyetinde alıkoymak ve gelirini yoksullara veya başka hayır yollarına tasadduk etmekten ibarettir (es-Serahsî, a.g.e., XII, 27; İbnül Hümâm, a.g.e., 37-40; Kübeysi, a.g.e., I, 69 vd). Malikiler, vakıfta ebediliği (te’bid) şart koşmazlar ve kısa süreli vakfı da geçerli sayarlar. Bir ev, dükkân veya araziyi belli süre için kiraya verip, kira bedelini hayır yoluna sarfetmek gibi (Mâlik, el-Müdevvene, VI, 98 vd.; Kübeysî, a.g.e., 78-80).
Vakfın Ortaya Çıkışı
Vakıf müessesesinin tarihi çok eskilere dayanır. İslâm’dan önce Arabistan’da bilinen en eski vakıf Mekke’deki Kâbe’dir. Kâbe, yeryüzünde ilk mabed olarak kabul edilir ve yapının temelleri Hz. Âdem’e kadar dayandırılır. Bu günkü Kâbe şeklinin İbrahim Peygamber ve oğlu İsmail tarafından inşa edildiği Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilir (el-Bakara, 2/125; Alu İmran, 3/96-97; el-Maide, 5/97; el-Hac, 22/26).
İslâm’da vakıf Kur’ân, Sünnet ve İcmâ’ (İslâm bilginlerinin görüş birliği) delillerine dayanır. Kur’ân’da doğrudan vakıfla ilgili görülen âyet şudur: “Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça tam hayra erişemezsiniz” (Alû İmran, 3/92). Ashab-ı Kiram’dan Ebu Talha (ö. 34/654) bu âyet inince; “Rabbımız bizden mallarımızı kendi yolunda harcamamızı istiyor. Ey Allah’ın elçisi, en sevdiğim “Beyruhâ” arazimi Allah için tasadduk etmek istiyorum” dedi. Hz. Muhammed’in, araziyi en yakın hısımlarına vermesini tavsiye etmesi üzerine de, onu amcasının oğulları ve diğer bazı hısımları arasında taksim etti (Buharî, Zekat, 44). Tefsir bilginlerinin çoğu ve hadisçiler bu âyeti vakıfla açıklamışlardır (Kurtubî, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, t.s, IV, 132-134; el-Cassâs, Ahkâmü’l-Kur’ân, 1335, II, 18).
Hz. Muhamed’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Ademoğlu öldüğü zaman, amel defteri kapanır. Üç kimse bundan müstesnadır. Devamlı sadaka (sadaka-i câriye) meydana getirenler, topluma yararlı bir ilim (eser) bırakanlar ve kendisine hayır dua eden hayırlı çocuk bırakanlar” (Müslim, Vasıyye, 14; Ebû Davud, Vesâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36). Hadiste geçen “sadaka-i câriye” nin vakfı da kapsamına aldığında şüphe yoktur. Hz. Âişe’den (ö. 57/676) nakledildiğine göre, Allah’ın elçisi Medine’deki yedi parça mülkünü vakfetmiştir. Bu mülkler: A’vaf, Sâfiye, Delâl, Müseyyeb, Bürka, Hismâ ve Meşrebe’dir. Nadiroğuları’ndan Muhayrîk isimli bir şahıs şöyle bir vasiyette bulunmuştu: “Ben ölünce, tüm mallarım Allah elçisine ait olsun, O dilediği yere sarfetsin.” Muhayrîk’in Hicret’in 2.nci yılında ölmesi üzerine tüm malları, Hz. Muhammed’e kalmış, o da bu malları, bir görüşe göre Abdulmuttalib ve Hâşimoğulları’na, başka bir rivayete göre, ise, İslâm’ın ve Müslümanların acil ihtiyaçlarına vakfetmiştir. İslâm’da ilk vakfın bu olduğu kabul edilir (Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe, 196; A. b. Hanbel, Müsned I, 45).
Hz. Ömer (ö. 23/643) çok sevdiği bir araziyi vakfedişini şöyle anlatır: “Allah’ın elçisine; Hayber topraklarının taksimi sonucu, ömrümde sahip olmadığım güzel ve değerli bir arazi bana isabet etti, bu konuda ne buyuruyorsunuz? dedim. Hz Peygamberde: İstersen malın mülkiyetini elinde tut, semere ve gelirini ise yoksullara tasadduk et” buyurdu. Hz. Ömer, arazisini; satılmamak, bağışlanmamak ve mirasla da geçmemek üzere, yoksullara, yakın hısımlara, miskinlere, yolda kalmışlara, Allah yolunda savaşanlara ve azatlık anlaşması yapan kölelere vakfetti. Mütevellinin de bundan örfe göre yiyebileceğini şart koştu. Bu konuda bir vakıfnâme düzenleyerek kızı Hafsa’ya (ö. 41/244), sonra da nesline teslim ve vasiyet etti. (Buharî, Vesâyâ, 22, 28, Eymân, 33; Müslim, Vasiyye, 15, 16).
Ashâb-ı kiramın pek çoğu mallarım vakfetmişlerdir. Hâlid bin Velid’in (ö. 21/641) zırhını ve savaş atlarını vakfetmesi (Buharî, Cihad 89, Zekat, 49; Müslim,Zekat, 11; Ebu Dâvud, Zekât, 22), Hz. Ali’nin (ö. 40/660) Yenbu’daki bir arazisini ve çeşmesini vakfetmesi (Beyhâkî, Sünen, IV,160,161; Kübeysî, a.g.e., I, 101) ve Hz. Osman’ın (ö. 35/655) susuzluk çekildiği bir sırada, Medineli bir Yahudi’den Rume kuyusunu satın alıp, suyunu ebedi olarak topluma bağışlaması bunlar arasında sayılabilir (Müslim, Şirb, 1; Tirmizî, Menâkıb, 18). Câbir bin Abdillah’tan şöyle dediği nakledilmişir: “Ben Mekkeli ve Medineli Müslümanlardan mal ve mülk sahibi olup da, vakıf yapmamış bir kimse bilmiyorum” (İbn Kudame, el-Muğnî, Mısır, 1970, IV, 4).
Vakfedilecek Malda Aranan Şartlar
İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre vakıfta ebedilik (te’bid) şart olduğu için, vakfedilecek malın buna el-verişli olması gerekir. Diğer yandan maldan yararlanmanın da mümkün ve caiz olması gerekir. Bunun için vakfedilecek malda aşağıdaki özelliklerin bulunması öngörülmüştür:
a- Mütekavvim Mal Olması: Kendisinden yararlanmak mümkün ve meşru olan mala “mütekavvim”, bu özelliği taşımayan mallara ise “gayri mütekavvim” denir. İnsan fıtratının kendisine meylettiği, değer verdiği ve ihtiyaç için biriktirdiği şeye mal denir. Bunlar menkul ve gayri menkul, yararlanılması (intifaz) mubah olan ve olmayan diye ikiye ayrılırlar. İşte, vakfedilecek şeyin, ev, dükkan, arazi gibi ayn’ından veya gelirinden yararlanılması caiz olan mal niteliğinde bulunması gerekir (Kübeysî a.g.e., I, 351, 352; Hamdi Döndüren, İslâm Hukukuna Göre Alım-Satımda Kâr Hadleri, Balıkesir, 1984, 19).
b- Malın Belirli Olması: Vakıf malın anlaşmazlığa yol açmayacak şekilde belirli bir mal olması gerekir. Şu evimi veya dükkânımı vakfettim, demek gibi. Yer ve miktarını belirtmeksizin “Şu toprağımın bir bölümünü veya beş-on tane zeytin ağacım vakfettim” gibi sözlerle yapılacak vakıf, anlaşmazlığa yol açabileceği için geçerli olmaz (İbn Nüceym, el-Bahru’r-Raik, 2. Baskı, Beyrut, t.s., V, 217).
c- Vakfedenin Mülkü Olması: İslâm hukukçuları arasında, vakfedilen malın, vakfedenin mülkü olmadıkça, vakıf tasarrufunun geçerlilik kazanamayacağı konusunda görüş birliği vardır (Kübeysî, a.g.e., I, 355,356).
d- İfraz Edilmiş olması: Kendisinden ancak ayn’ıyla intifa olunabilen mabed, hastane, kabristan ve kütüphane gibi vakıflarda, vakfedilen malın ifrazı (bağımsız birim haline getirilmiş olması) şarttır. Tapusu hisseli olan yerler bu gibi vakıflar için elverişli değildir. Allah rızası için yapılması gereken vakıfla ortaklık bağdaşmaz. Bir gayri menkulün bir ay mabed, bir ay da iş yeri olarak kullanılması düşünülemez. Ancak alt katların dükkân ve üst kattarın mescid yapılması halinde vakfa gelir sağlamak amacıyla, bu caiz görülmüştür (es-Serahsî, el-Mebsut, XII, 37; İbnu’l-Humâm, a.g.e., V, 46).
Ayn’ıyla intifa olunmayan, sadece gelirinden yararlanılan şâyi hisseli yerden bir hissenin vakfedilmesi çoğunluk İslâm hukukçularına göre caiz olup, böyle bir vakfın bağımsız birim haline getirilmesi (ifraz) şart değildir. İmam Muhammed eş-Şeybânî, vakıfta mütevelliye teslimi şart koştuğu için, hisse vakfını caiz görmez. O, bu konuda vakfı; bağışlama ve sadaka tasarrufuna benzetmiştir (es-Serahsî, a.g.e., XII, 37; İbnu’l-Humâm, a.g.e., V, 44-46). Osmanlı Devleti uygulamasında, fetvaya çoğunluğun görüşü esas alınmakla birlikte, şer’iyye sicillerinde İmam Muhammed’in görüşü doğrultusunda kararlar verildiği de görülmüştür (Molla Hüsrev, Düreru’l-Hukkâm, İstanbul 1317, II, 134; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, II, 365).
Menkullerin Vakfı
Vakıfta devamlılık (te’bid) esas olduğu için, prensip olarak vakfın gayri menkul kabilinden olması gerekir. Bu özelliğe sahip olmayan menkulleri vakfetmek caiz değilse de Hanefilere göre şu üç istisna saklı tutulmuştur:
1- Gayri Menkule Tabi Olma:
Ebû Yusuf ve İmam Muhammed eş-Şeybânî’ye göre teâmül bulunmasa bile, menkul malların bir gayri menkule bağlı ve tabi olarak vakfedilmesi mümkündür. Arsa ile birlikte binayı, arazi ile birlikte bazı hayvanları ve tarım âletlerini vakfetmek gibi (İbnu’l-Humâm, a.g.e., V, 48; İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtâr, IV, 361). Mütemmim cüzler, yol, geçit, su içme, su alma hakkı gibi irtifak hakları da gayri menkule bağlı olarak kendiliğinden vakfedilmiş sayılır. Mâlikîlere göre, intifa hakkı ve sınırlı bazı aynî haklar bağımsız olarak da vakfedilebilir (el-Fetâvâ’l-Hindiyye, II, 363).
2- Hakkında Nass (Hadis) Bulunması:
Vakfın gayri menkul olması prensibinin ikinci istisnası, vakfedilmesinin cevazı konusunda hadis bulunmasıdır. Silah, ve at gibi savaş âleti ve malzemelerini vakfetmek gibi. Nitekim Hâlid bin Velid (ö. 21/641) savaş silahını ve zırhını Allah yoluyla vakfetmiştir. Hz. Muhammed bunu tasvib etmişti (Buhârî, Cihâd, 89, Zekât, 49; Müslim, Zekât, 11). Hz. Hafsa’nın da Kur’ân vakfettiği nakledilir (es-Serahsî, Şerhu’s-Siyeri’l Kebîr, Mısır 1972, V, 2104). Ebû Yusuf, menkul vakfını bu hadislerle sınırlı tutarak, sadece savaş için at, deve ve silahların vakfedilebileceğini belirtmiştir. O’na göre, “kıyasa aykırı olarak sabit olan hüküm, başka bir hükme esas olamaz. Çünkü vakıfta gayri menkul olma esas olduğu için, menkul vakfı temelde kıyasa aykırıdır” (İbnü’l-Hümam, Fethu’l Kadir, Bulak,1316/1898, V, 49-50).
3- Teâmül Bulunması:
İmam Muhammed eş-Şeybânî’ye göre, hakkında nass (âyet-hadis) bulunmasa da, vakfedilmesi teâmül haline gelen menkullerin vakfı geçerlidir. Kitap, ev, balta, gelinlik, el-bise, mutfak eşyası, mushaf, bazı kitaplar, dinar, dirhem (nakit para) ve mislî (standart) menkuller bunlar arasında sayılabilir. Örf ve teâmül; toplumda, İslâm’a aykırı olmayan bir işin çokça yapılmasıyla gerçekleşir. İmam Muhammed burada istisna’ (eser sözleşmesi yapma) aktinde olduğu gibi “istihsan” deliline dayanarak kıyası terketmiştir. Bu duruma göre,bu beldede menkul bir malın vakfedilmesi örf ve âdet halini almışsa, bu çeşit menkullerin vakfı geçerli olacaktır (Serahsî, a.g.e., V, 2083-2087; İbn Kudame, el-Muğni, V, 585).
Osmanlı İmparatorluğu uygulamasında, “teâmül” kriteri esas alınarak, örfleşmiş bulununca menkullerin vakfı caiz görülmüş ve nakit para vakfı da menkul kapsamına alınmıştır. Hanefiler dışındaki üç mezhep, prensipte para vakfına karşı değildir. Ancak asıl, para vakfına cevaz veren ve vakfedilecek nakit paraların işletilme yöntemlerini belirleyen, Hanefî müctehidlerinden İmam Züfer’dir.
Maddî bir karşılık beklemeden başkalarına yardım etmek gibi ulvî ve fevkalâde bir düşüncenin mahsûlü olan vakıf müessesesi, yüzyıllardan beri islâm ülkelerinde büyük bir ehemmiyet kazanmış, sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiş olan dinî ve hukukî bir müessesedir. İnsan fıtratında mevcud olan yardımlaşma hissi, şüphesiz ki insanlık tarihi kadar eskidir. Bu his, dinî emir ve hükümlerle birleşince daha bir kuvvet kazanır. İslâm ülkelerinde vakıfların, asırlarca büyük bir fonksiyonu icra etmesinin sebebini burada (dinî his) aramak lâzımdır. Çünkü “insanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan; malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanan (başka bir ifade ile vakfedilen), vakfın en hayırlısı da insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır” prensibinin mânasını çok iyi bilen Müslümanlar, bu yolda birbirleri ile âdeta yarışırcasına vakıf eserler kurmuşlardır.
İslâm âleminde vakıfların dinî bir mahiyet taşıması, onların devamlılığını sağlıyordu. Nitekim, dinî inanç ve düşüncesinin güçlü olduğu müesseseler olarak vakıflar, siyasî çalkantı ve idarî istikrarsızlıklar dışında kalıyorlardı. Bu sayede onlar, Müslüman toplum hayatında istikrar ve devamlılık sembolü olarak devam ediyorlardı. Nitekim, vakfedilen gayr-i menkuller, herhangi bir sebeple müsadere edilemeyeceği, kullanım sahası değiştirilemeyeceği ve vakfiyedeki esaslara aykırı davranmadıkça mütevellileri değiştirilemeyeceği için bu müesseseler, siyasî ve idarî müdahalelerin dışında kalıyorlardı.
İslâm dünyasında önemli bir müessese olarak vakıfların oynadığı rol, çok büyüktür. Bu bakımdan, onun kuruluşu ile ilgili hukukî kaide ve prensipler ortaya konmuştur. Buna göre vakıfların kuruluşu tescil, vasiyet ve fiille olmaktadır (Açıklamalar hakkında geniş bilgi için bk. Ziya Kazıcı, Vakıflar, İstanbul 1985, s. 37-38).
İslâmiyet, kuruluşundan itibaren ulvî ve insanî gayeleri hedef alan her müesseseyi geliştirmeye çalıştığı için vakıfları da faydalı görerek onları teşriî sahasına almıştır. Sadaka, Kurban ve Zekât gibi ictimaî müesseselerin gayesi de fakir ve yoksulları bu sıkıntılarından kurtarmak olduğundan, İslâm’da önemli bir mevkiye sahip kurumlar olarak vaz’ edilmişlerdir.
İslâm dünyasında, vakıfların geniş bir şekilde yer edip gelişmesinde Hz. Peygamber’in biraz önce bahs ettiğimiz hadisinden başka, bizzat kendisinin de vakıf yapması, önemli bir âmil olmuştur. Hz. Peygamber Medine’de kendisine ait bulunan hurma bahçesini vakf edip hâsılatını “havadis-i dehr”e yani İslâm’ın müdafaasını icab ettirecek hadise ve mübrem ihtiyaçlara tahsis etmiştir. Aynı şekilde Fedek hurmalığını da yolculara vakf ettiğini biliyoruz (Ömer Hilmi Efendi, İtifu’l Ahlaf 10; Ömer Nasuhi bilmen, Istılah, IV, 304). Kur’ân-ı Kerîm ile Hz. Peygamberin emir ve tatbikatları Müslümanlar için uyulması gereken bir vazife telakki edildiğinden bu konuda mü’minler aramda âdeta bir yarış sürüp gitmiştir.
Hz. Peygamber’in ashabı da O’nun yolunda yürüyerek çeşitli vakıflar kurmak suretiyle insanlığa hizmet ettiler. Nitekim Câbir (r.a) “Ben, Muhacir ve Ensar’dan mal ve kudret sahibi bir kimse bilmem ki vakıf ve tasaddukta bulunmuş olmasın” (Bilmen, a.g.e., IV, 304) diyerek bu durumu belirtmek ister. Bunun içindir ki, Müslüman şehir, kasaba ve köylerde sayısız vakıf vücuda getirilmiştir.
İslâmî yardımlaşma prensibinin bir sonucu olarak ortaya çıktığını gördüğümüz vakıflar, İslâm ülkelerinin tamamında sayılamayacak kadar çok ve önemli hizmetler ifa ediyorlardı. Hz. Peygamber ve halifelerinin kurdukları vakıflardan sonra, imkânı olan her Müslüman, böyle bir tesis kurmak için büyük bir gayretle çalışıyordu. Bu durum, sadece zengin Müslümanları değil, aynı zamanda devlet başkanlarını ve devletleri de harekete getiriyordu.
Emevîler zamanında vakıflar çok genişledi. Hatta bu dönemde ilk defa yeni yeni teşebbüslerde bulunuldu. Nitekim hicrî 88 senesinde Emevî halifesi Vefid b. Abdillmelik, Ümeyye Camü için ilk defa köy ve mezraları gelir getiren birer kaynak olarak vakfetti.
Emevîlerden sonraki Abbasî devletinde vakıflar daha bir gelişme gösterdi. Hatta bu devlette vakıflar o derece ehemmiyetli bir tesis haline geldi ki, bular için vakıflar nezareti adında bütün vakıfları kontrol eden ve onların bir sisteme bağlanmasını sağlayan teşkilatlar kuruldu (İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1970, 10).
Abbasîler devrinde, İslâm camiasının muhtefif siyasî parçalara ayrılması ve nihayet Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulması ile Doğu Müslümanlarının Türk hakimiyeti altına girmesi vakıf müessesenin bir kat daha inkişafına sebep oldu. Selçuklu devletinin “Fatimî-Şiî” hareketine karşı takib atiği Sünnîlik siyaseti, devletin her tarafında yeniden birçok dinî müessesenin vücuda gelmesi ve bilhassa bir çok medresenin açılmasına sebep oldu. Büyük bir malî güce sahip olan Selçuklu sultanları, şehzadeleri ve devlet adamları ile ileri gelenler vakıf kurma bakımından birbirleri ile adeta yarışıyorlardı. Selçuklulardan sonra ortaya çıkan Harzemşahlar, Atabeğler, Eyyubîler, Mısır Memlukluları ile Anadolu Selçukluları sülaleleri hakim oldukları yerlerde malî güçleri oranında vakıflara önem verdiler.
İslâm dünyasında ayrı bir yeri bulunan Osmanlı devleti de vakıflara büyük bir önem verdi. Bu devlette, camiler, medreseler, türbeler, ribatlar, tekkeler, mektepler, köprüler, hastahaneler, sulama yol ve kanalları, kervansaraylar, imâretler vs. gibi bir çok dinî hayrî tesis hep vakıflar sâyesinde vücuda getirildi. Onlar diğer müessaelerde olduğu gibi vakıf konusunda da kendisinden önceki Müslüman devletleri örnek aldılar. Nitekim, Osmanlı devletinde, daha ilkbeyler zamanında başlayan devletin siyasî ve malî kudretinin inkişafına paralel olarak gelişip artan vakıfların, Osmanlılar dönemindeki ilk müessisi Orhan Gazi olmuştur.
Orhan Gazi, İznik’te ilk Osmanlı medresesini kurarken, onun idaresi için, yeterince gelir getirecek gayri menkul vakfetti. Bu medrese kısa bir müddet zarfında kudretli ilim ve devlet adamları yetişti. Sultan Orhan’ın yaptırdığı ilim ve hayır müesseleri bir hayli fazladır. Nitekim günümüzde Adapazarı şehrinde halen Orhan Bey Camii ve Kandıra’da Orhan Camii adı ile anılan camiiler ile yine Adapazarında medrese, Bursa’da bir cami, zaviye, misafirhane ve ziyâret inşa ederek bunlara vakıflar tahsis etti. Bu hayır eserlerin görevlieri olan müderris, imam, hafız, nakib, tabbah, hakim ve bevvab gibi kimseleri de tayin etti (Ali Himmet Berki “Vakıf kuran ilk Osmanlı Padişahı” Vakıflar Dergisi V, 127-128).
Orhan Gazi’den başlayarak Osmanlı padişahları, sultanları, vezirleri, emirleri, zengin tebaa, pek çok vakıf yaptılar. Konunun fazla uzamaması için bunlara temas etmiyoruz.
Vakıfların idaresi nâzır adı verilen görevlilerce yapılmaktaydı. Zaman içinde idare şekillerinde devlet ve imkanlara göre değişiklikler yapıldı. Kendi vakfı için ilk nâzır tayin eden bizzat Hz. Peygamberdir. Hicretin ilk iki asrında vakıflar “Vâkıf’ tarafından tayin edilen mütevellilerce yönetilirdi. Nâzır, mütevellilerin kontrolcusu olarak, onların işlerinin tamamlanmasına nezâret ederdi. Bunların genel murakabesi de “emiru’l-mü’minîn” olan hafifeye aitti. Abbasiler döneminde bu işi halifeler yapıyordu. Yıldırım Bayezid, her vilayete “müfettiş-i ahkâmı’ş-şer’iyye” tayin ederek vakıf işlerini teftiş ettiriyordu. Osmanlılar döneminde özel şahıslar tarafından kurulan vakıflarla mütevelliler meşgul olmuş, bunlar kadılar vasıtasıyla teftiş ve murakabe edilmişlerdir. Her kadı, kendi mıntıkasındaki vakıfları emrindeki müfettişlerce teftiş ettirdiği gibi, bazan bizzat kendisi de bunları teftiş ederdi. Bununla beraber payitaht kadısı (İstanbul kadısı), bütün vakıfları teftiş yetkisine sahipti (Daha geniş bilgi için bk. Kazıcı, Vakıflar, 7072).
Osmanlılar döneminde 1242 (m. 1826) yılında kurulan Evkaf Nezareti’nden önce vakıflar, vâkıflarının şartlarına göre idare ediliyor ve bunlar ayrı nezâretlerce murakabe ediliyorlardı. Bu nezâretler: Haremeyn, Vezir, Şeyhülislâm, Tophane ümerası ve İstanbul kadıları nezâreti idi. Osmanlıların sonuna kadar devam eden Evkaf Nezâreti, 3. 3. 1924 tarihinde çıkarılan 429 sayılı kanunla ilga edilerek Başkanlığa bağlı bir umum müdürlüğe havale edildi. Böylece Vakıflar Umum Müdürlüğü kurulmuş oldu. Cumhuriyetten sonra vakıf mevzuatında ilk mühim değişiklik 5. 6. 1935 tarih ve 2762 sayılı kanunla yapıldı. Bu değişikliklerle vakıf müessesesi kuruluş gayelerinin ve vakıf şartlarının tamamen dışına çıktı ve toplum için görmüş olduğu fonksiyonlar yok edildi.
İslâm dünyasında dinî, kültürel, askerî, sivil, iktisadî, ictimaî, su ve spor gibi sahalara varıncaya kadar hemen her sahada kurulmuş bulunan vakıflar büyük bir hizmet ifa etmişlerdi. Sırf Allah rızasını kazanmak için bu tesisleri kuran insanlara bugün de ihtiyacımız var.
Para Vakfı Ekonomik faaliyetlerin özü ve itici gücü kâr unsurudur. Üretim, dolaşım, paylaşım veya tüketim safhalarından herhangi birisinde kâra hak kazanabilmek için, İslâm hukuku önce, yapılacak ticaret işinin meşrû olmasını ister. İkinci olarak da şu üç unsurdan en az birisinin bulunmasını şart koşar: Emek, sermaye ve tazmin etme riski. İslâm’da bu üçüncüsü “Vücûh Şirketi”nde ortaya çıkar. Bu da, iki veya daha çok kişinin sermayesiz, borç para kullanmak veya vadeli mal alıp satmak suretiyle elde edecekleri kân, borçların riskini üstlendikleri orana göre paylaşması esasına dayanır (es-Serahsî, a.g.e., XIII, 83, XXI,17,18, 20, 21, 24).
İslâm toplumlarında finans sorunu, İslâm’ın çıkışından 24. yüzyıl başlarına kadar, karz-ı hasen dışında büyük ölçüde risk esasına ve kâr-zarar ortaklığı prensibine dayalı olarak çözümlenmiştir. Muddrebe (emekle sermayenin işbirliği yapılarak, kân aralarındaki anlaşmaya göre paylaşması ve zarar sermayenin katlanması yöntemi), Müşareke (sermaye ortaklığı, kârın paylaşılması anlaşmaya göre, zarara katlanma ise kural olarak sermaye oranlarına göre olan ortaklık), Sanâyi’ (taahhüd işleri yapma), Ziraat Ortakçılığı (emek ve toprak sahibi ortaklığı ve kiralama (leasing) bunlar arasında sayılabilir. 13.cü yüzyıldan itibaren giderek büyüyen para vakıflar da önemli bir fınans kaynağı oluşturmuştur. Ancak vakıf paraların kullanımında temelde islâmî olmayan bazı uygulamaların da vuku bulduğunu ve bunu mütevellilerin işi bilmeyişine hamletmek gerektiğini belirtelim. Diğer yandan vakıfnâmelerde yer alan bazı hukuk terimlerinin, yanlış yorumlanmasının da bu uygulamalarda etkili olduğunu söylemek mümkündür.