TASAVVUF
İslam’da ruhi ve manevi boyutu öne çıkaran dinî hayat ve düşünce biçimine verilen ad. Bu hayat ve düşünœ biçimini benimseyen kişiye mutasavvıf ve sufi adları verilir. Temel ilkelerini Kur’an’dan alan, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ashabının hayatında somut örneklerini bulan tasavvuf, tarihi boyunca çeşitli evrelerden geçti; değişerek ve gelişerek varlığını günümüze kadar sürdürdü.
Tasavvuf söz konusu olduğunda, ortaya çıkan en büyük sorun, tanımlama güçlüğüdür. Bu güçlük, tasavvufun bireysel yaşantı ve deneyimlere bağlı öznel niteliğinden gelir. Bu nedenle her tanım, tanımı yapanın ruhi ve manevi durumunu yansıtmaktan fazla bir anlam taşımaz. Tasavvufun bu niteliği, mutasavvıflar tarafından “tatmayan bilmez” deyimiyle dile getirilir. Buna rağmen tasavvuf tarihine ve incelemelerine ilişkin eserler sayısız tanımla doludur. Ünlü mutasavvıflar tarafından yapılan ve sayısı iki bini bulan bu tanımlardan birkaçının anılması, konunun niteliğinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Maruf Kerhî’ye (ö. 200/815) göre, “Tasavvuf, gerçekleri almak, halkın elinde bulunandan umut kesip yüz çevirmektir”. Seriyü’s-Sakatî’ye (ö. 251/865) göre, “Tasavvuf, güzel ahlaktır”. Cüneyd Bağdadî (ö. 298/910)’nin tanımı şöyledir: “Tasavvuf, Allah’ın seni senden öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesidir”. Ruveym bin Ahmed el-Bağdadî’nin (ö. 303/915) tanımı şöyledir: “Kendini Allah’ın dilediği şey üzerine bırakıvermen, O’nun iradesine mutlak olarak teslim olmandır”. Ebi Bekir Şiblî’ye (ö. 334/945) göre tasavvuf, “Karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiç bir kaygı duymadan Allah ile birlikte olmaktır. Duyu organlarını zabtetmek, ruhun üfleyişlerine kulak vermektir”. Ebu Said Ebu’l-Hayr’a (ö. 440/1048) göre, “Tasavvuf, kafanda ne varsa bırakman, elinde olanı vermen ve başına gelenden sızlanmamandır”. Eseri, tasavvuf klasiklerinden başlıcası sayılan Kuşeyrî (ö. 465/1072) şöyle tanımlar: “Tasavvuf, Allah dışındaki her şeyden el çekmek, tanınmamayı seçmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır”. Gazalî’ye (ö. 505/1111) göre tasavvuf, “Kalbi Allah’a bağlayıp O’nun dışındakilerle ilgiyi kesmektir”. Ebu Necib el-Sühreverdî de (ö. 563/1168) şöyle tanımlar: “Başlangıcı ilim, ortası amel, sonu ilahî bağışlardır”.
Tasavvuf, başlangıçtan günümüze gelinceye değin, farklı nitelikler taşıyan çeşitli dönemlerden geçmiştir. Tasavvuf tarihçileri bu dönemlerin belirlenmesinde farklı yaklaşımları benimserler. Bir yaklaşıma göre tasavvuf, tarikatlar öncesi (H. I-VII./M. VII-XIII. yüzyıllar) ve tarikatlar sonrası (H. VIII-XIV./M. XIV-XX. yüzyıllar) olmak üzere iki dönemde incelenmelidir. Diğer bir yaklaşıma göre tasavvuf tarihi kuruluş (H. I-III/M. VIII-IX. yüzyıllar), gelişme (H. IIIVIII./M. IX-XIV. yüzyıllar) ve taklit (H. IX./M. XV. yüzyıl sonrası) dönemlerine ayrılır. Üçüncü bir yaklaşıma göre tasavvuf Hz. Muhammed’den Cüneyd Bağdadî’ye kadar (H. IIII./M. VII-IX. yüzyıllar), Cüneyd’den Muhyiddin ibn Arabî’ye kadar (H. IV-VII/M. X-XIII. yüzyıllar) ve İbn Arabî’den günümüze kadar olmak üzere üç dönemden geçer. Son ve en yaygın yaklaşıma göre ise tasavvuf zühd dönemi, tasavvuf dönemi, felsefi tasavvuf dönemi ve tarikatlar dönemi halinde başlıca dört dönemde ele alınmalıdır. Tek başlarına tasavvufun geçirdiği evreleri açıklamakta yetersiz kalsalar da, bu yaklaşımlar, tasavvufun gelişme yönlerini izlememize imkan vermektedir. Buna göre tasavvufun kuruluş (zühd), sistemleşme (tasavvuf ve felsefi tasavvuf) ve tarikatlar (taklit) evrelerinden geçtiği söylenebilir.
Kuruluş döneminde tasavvufun temel niteliği maddî değerlerden yüz çevirerek katıksız bir dinî hayatı gerçekleştirme çabası, diğer bir deyişle zühdtür. Hz. Muhammed ve ashabının temsil ettiği saf dindarlık anlayışı ve ahlaki sorumluluk bilinci, İslam’ın ilk yüzyılı içinde gelişen zühd hareketinin özünü oluşturdu. Emeviler döneminde yöneticilerin dünyasal amaçları öne çıkaran tutumlarının hazırladığı lüks ve zevk ortamına duydukları tepki, ilk zahidleri, Haricîlerin yol açtığı anarşinin de etkisiyle toplumdan uzaklaşarak (uzlet) bireysel bir dinî hayata yöneltti. Bu hayat biçimi zamanla tevekkül (her durumda Allah’a güvenme, dayanma), riyazet ve mücahede (nefsin arındırılmasına yönelik çilecilik ve sıkı bir ibadet), sabır (belaları gönül hoşnutluğu ile kabullenme, sızlanmadan katlanma), haşyetullah (Allah korkusu), aşk (Allah’a duyulan sınırsız sevgi), vera (günahlardan ve günah kuşkusu taşıyan şeylerden uzaklaşma), hüzün (geçmişte yapılan iş ve davranışlardan dolayı duyulan endişe) gibi öğelerle beslenerek zenginleştirildi.
Zühd döneminin mutasavvıflarına zahid deniliyordu. Bununla birlikte abid (kulluk eden), nasik (boyun eğen, ibadet eden), kurra (okuyan, kendini ibadete veren), bekkâun (Allah aşkıyla ağlayanlar), haifun (Allah’tan korkanlar) gibi adlarla da anılırlar. Sonraki dönemde gelecek olan mutasavvıfların öncüleri olan zahidlerin başlıca temsilcileri şunlardı: Veysel Karanî (ö. 37/657), Hasan Basrî (ö.110/728), İbrahim bin Edhem (ö. 161/777), Fudayl bin İyaz (ö. 187/802), Davut Taî (ö. 165/781), Şakik Belhî (ö. 164/7803, Cafer Sadık (ö. 148/769), Süfyan Sevrî (ö. 161/777), Abdullah bin Mübarek (ö. 181/797) ve Rabiatu’l-Adeviye (ö. 185/801).
Hicri III. (M. IX.) yüzyıldan başlayarak tasavvuf sistemleşme sürecine girdi. Ne ki bu sistemleşme, zühd dönemine oranla büyük bir farklılaşmayı da beraberinde getirdi. Bir yandan tasavvufun ilke, kural ve yöntemleri belirlenirken, diğer yandan da Hristiyan, Yahudi, eski Yunan, Hind ve İran geleneklerinin, inançlarının etkilerini taşıyan kurumlar geliştirildi. Allah’a doğru yapılan ruhsal bir yolculuk biçiminde tanımlanan tasavvufi yaşantının durakları (makam), ilahî durumlar (haller) tesbit edildi, nihayet fena (beşeri niteliklerin ilahî niteliklere dönüşmesi kuramına ulaşıldı. Bunu, peygamberlik anlayışına yakın bir velilik anlayışı, Hatemü’l-Enbiya’ya (peygamberlerin sonuncusu) karşılık Hatemü’l-Evliya (velilerin sonuncusu) düşüncesi ve inancı izledi. Sistemleşen tasavvuf anlayışına göre peygamberler Allah’tan ancak bir melek aracılığı ile bilgi alabilirken veliler doğrudan, aracısız olarak bilgi (ilham) alıyordu. Gerçek bilim (marifet), Allah’tan doğrudan alınan bilgiden oluşandı. Evren varlığını ve işleyişini bir veliler yönetimine (ricalu’lgayb) borçluydu. Allah, bütün isim ve sıfatlarıyla velide (insan-ı kamil) tecelli ediyor, onun ağzından konuşuyordu (şatahat).
Tasavvufun kazandığı yeni biçim İslam hukukçuları tarafından şiddetli bir eleştiriye tabi tutuldu. Kimi mutasavvıflar zındıklıkla suçlanarak sürüldü, hapsedildi, kimileri de öldürüldü. Buna karşılık yeni tasavvuf anlayışı gelişimini sürdürerek tümüyle felsefi bir niteliğe büründü. Muhyiddin İbn Arabî (ö. 637/1239) ile birlikte varlığın birliği (vahdet-i vücud) öğretisi üzerine kurulan felsefi bir sistem durumuna geldi. Tasavvufun bu yeni oluşumu, sistemleşmesi içinde yer alan, katkıda bulunan ve sürdüren mutasavvıfların önde gelenleri şunlardı; Bayezid-i Bestamî (ö. 261/874), Hallac-ı Mansur (ö. 309/921), Şihabeddin Sühreverdî (ö. 587/1190), Hakim Tirmizî (ö. 285/898), Nifferî (ö.354/965), Ferüdüddin Attar (ö.620/1220), Mevlana Celaleddin Rumî (ö. 672/1273), Sadreddin Konevî (ö. 673/1274), Fahreddin Irakî (ö.688/1493), Abdulkerim el-Cilî (ö.805/1402), Kemaleddin Kaşanî (ö .730/1330), Şebüsterî (ö. 720/1320), Abdullah Bosnavî (ö. 1054/1644) ve benzerleridir.
Tasavvuf, bir varlık birliği (vahdet-i vücud) felsefesi ile sonuçlanan gelişimini sürdürürken, ikinci bir tasavvuf anlayışı daha gelişti. İlk anlayışa yöneltilen şiddetli eleştirilerin de hız verdiği ikinci anlayış, İslam kurallarına ters düşmeyecek bir doğrultu izlemeyi amaçlıyordu. Bu anlayış, ya ilk anlayış tarafından geliştirilen kuramı karşıt bir kuramla dengeleme (fena karşısında beka gibi), ya da geliştirilen kuramı İslam kuralları açısından yeniden yorumlama yolunu tuttu. Birincinin tümüyle reddetmesine karşılık akıl ve düşünceye olabildiğince önem verdi. Varlık birliği öğretisinin karşısına görülenlerin birliği (vahdet-i şuhud) öğretisini çıkardı. Tasavvufun bu anlayışı içinde yer alan ve gelişmesine katkıda bulunan başlıca mutasavvıflar da şunlardı: Cüneyd Bağdadî (ö. 297/909), Haris Muhasibî (ö. 243/857), Serrac (ö. 378/988), Ebu Talib Mekkî (ö. 386/996), Kelabazî (ö. 380/990), Kuşeyrî (ö. 465/1072), Hucvirî (ö. 470/1077), Gazalî (ö. 505/1111), İmam Rabbanî (ö. 1034/1625).
Kuramsal açıdan gelişimini tamamlayan ve iki farklı doğrultuda sistemleşen tasavvuf, VI./XII. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak kurumlaşma, örgütlenme sürecine girdi. Tasavvufun kural ve yöntemlerini kimi farklılıklarla yeniden belirleyen mutasavvıflar, genellikle kendi adlarıyla anılan tarikatları kurdular. Tasavvufun daha etkili olmasını, halk arasında daha hızlı bir biçimde yayılmasını sağlayan tarikatlar, varlıklarını tüm İslam dünyasında günümüze kadar sürdürdüler. Tarikat kurucusu başlıca mutasavvıflar da şunlardır: Abdulkadir Geylanî (ö. 561/1165, Kadiriye), Ahmet Rıfaî (ö. 578/1182, Rıfaiye), Necmeddin Kübra (ö. 618/1221, Kübreviye), Sühreverdî (ö. 632/1235, Sühreverdiye), Ebu’l-Hasan eş-Şazilî (ö. 632/1273, Şaziliye), Mevlana Celaleddin Rumî (ö. 672/1273, Mevleviye), Bahaeddin Nakşibend (ö. 791/1388, Nakşibendiye), Hacı Bayram Veli (ö. 833/1429, Bayramiye).
Ahmet ÖZALP