ŞÜKÜR
Verilen herhangi bir nimetten dolayı, bu nimeti verene karşı söz, fiil veya kalb ile gösterilen saygı ve karşılık, iyiliğin kıymetini bilme ve iyilik yapana bu hissi gösterme, nimet ve iyiliği anıp sahibini övme.
Arapça bir kelime olan şükür, “şekere” kökünden gelmektedir. Bu kökten gelen şükür, isim ve fiil olarak Kur’an-ı Kerim’de yetmişe yakın yerde geçmektedir.
Türkçede kullanılan teşekkür ve şükran kelimeleri de aynı köktendir.
Hamd ve medih kelimeleri de mana itibarıyla şükür kelimesine yakındır. Bazı alimler, bilhassa hamd ile şükrün aynı anlamda olduğunu söylemişlerdir. Farklı görüş belirterek bunların ayrı seyler olduğunu söyleyen alimler de olmuştur. Fatiha sûresinin tefsirinde, Hz. Muhammed (s.a.s); “Elhamdu lillahi Rabbilâlemin” dediğin zaman, muhakkak ki Allah’a şükretmiş olursun” diyerek hamd ile şükrün birbirine olan yakınlığını ifâde etmiştir. Söz ile hamdedildiginde bu aynı zamanda şükrün başı sayılır. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s); “Hamd, şükrün başıdır. Allah’a hamdetmeyen, O’na şükretmemiş sayılır” demek suretiyle, bu hususa açıklık getirmiştir. Hamd ile şükrün ikisinde de kasdedilen kişi, nimeti verendir (İbn Kesır, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Âzim, Beyrut 1969, I, 22 vd.; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1971, I, 57 vd.).
Şükür üç şekilde eda edilir:
1- Dil ile: Nimet vereni anmak, onu övmek ve bu hususta dil ile yapılabilecek şeyi yapmakla olur. Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.s)’e onun vasıtasıyla bütün insanlara bu hususta şöyle seslenmiştir: “Rabbinin nimetine (ihsanına) gelince, onu minnet ve şükranla an” (ed-Duha, 93/11).
2- Kalp ile: Kalp ile nimeti vereni tanımak ve onu tasdik etmektir.
3- Fiil ile: Bu da, vücudun bütün organlarıyla olur. Her çeşit nimeti veren Allah’ın emir ve yasakları, vücudun hangi organını ilgilendiriyorsa, o organın, Allah’ın emir ve yasaklarına uygun hareket etmesini sağlamak gerekir.
Kur’an-ı Kerim’de bu konuda şöyle buyurulmaktadır:
“Gerçekten İbrãhim, Hakk’a yönelen, Allah’a itaat eden bir önder idi. Allah’a ortak koşanlardan değildi. Allah’ın nimetlerine Şükrediciydi. Çünkü Allah, onu seçmiş ve doğru yola iletmişti” (en-Nahl, 16/120, 121).
“Onlar Süleyman’a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar (geniş) leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvud ailesi, şükredin! Kullarımdan şükreden azdır!” (Sebe’, 34/13).
Allah Teâlâ’nın Dâvud ailesine şükredin şeklindeki hitâbı, “Allah’a ibâdet edin, fiil ve hareketlerinizle şükrü yerine getirin” demektir. (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır 1977, V, 62; Muhammed Ali es-Sabûnî, Safvetu’t-Tefâsîr, İstanbul 1987, II 548).
Yüce Allah Kur’an’da insanı yoktan var ettiğini ve ona çeşitli nimetler verdiğini, dolayısıyla insanın da buna karşı Allah’a şükretmesinin gerektiğini bildirmiştir:
“Siz hiç bir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı; şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi” (en-Nahl, 16/78).
“Biz, büyük baş havyanları da sizin için Allah’ın (dininin) işaretlerinden kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Şu halde onlar, ayakları üzerine dururken, üzerlerine Allah’ın ismini anınız (ve kurban ediniz). Yan üstü yere düştüklerinde ise, artık (canı çıkmış olacağından) onlardan hem kendiniz yiyin, hem de ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen fakirlere yedirin. İşte bu hayvanları biz şükredesiniz diye sizin istifâdenize verdik” (el-Hac, 22/36).
Bu ve benzeri bütün nimetlerin şükrü, onları Allah’ın yolunda kullanmak ve onun rızası için münasip yerlere sarfedip değerlendirmektir.
Şükrün tam karşılığı küfürdür. Zaten Allah Teâlâ imtihan için yaratmıştır. Allah’ın verdiği nimetlere karşı şükreden ve sıkıntılara karşı sabredenlere mükâfat verir. Buna ters hareket edip küfre girenleri de cezalandırır:
“Gerçekten biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yaratmışızdır. Onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör. Doğrusu biz, kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alevli bir ateş hazırladık. İyiler ise, kâfir katılmış bir kadehten (cennet şarabını) içerler” (el-İnsan, 76/1-5)
“Nezdinde o kitaptan ilim bulunan biri: “Ben onu sana, gözünü açıp kapamadan getireceğim” dedi. Süleyman, tahtı yanında duruyor görünce: “Bu, Rabbimin bir lütfudur. Şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim edeceğimi sınamak içindir. Kim şükrederse, ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, şüphesiz ki, Rabbim kimsenin şükrüne muhtaç değildir; lütuf ve kerem sahibidir” dedi” (en-Neml, 27/40).
Bu âyette ifâde edildiği gibi, Yüce Allah’ın, kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur. O’nun ilâhlığı, yüceliği ve hakimiyeti herhangi bir kimsenin şükrü veya küfrü ile ne bir derece yükselir ne de eksilir. O, bizzat kendisi her şeye hakimdir (İbn Kesir, Tefsiru’lKur’ani’l-Azîm, III, 364).
Bir kudsi hadisde de, bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
“Yüce Allah diyor ki: Ey kullarım! Geçmiş ve gelecek, siz bütün ins ve cinler bir araya gelerek, aranızdaki en muttaki kimsenin kalbi gibi olsanız, sizin bu durumunuz, Benim hakimiyetimi zerre kadar artırmaz. Gene ey kullarım! Geçmiş ve gelecek bütün ins ve cin bir araya toplansanız, aranızdaki en günahkâr birinin kalbi gibi olsanız, benim hakimiyetime en ufak bir noksanlık getiremezsiniz. Ey kullarım! Hakkınızda itibar ettiğim şey, amellerinizdir. Daha sonra siz onlara göre eksiksiz olarak mükafatlandırılacak veyâ cezalandırılacaksınız. Öyleyse kim bir hayır işlemeye muvaffak olursa, bundan dolayı Allah’a şükretsin. Kim de hayrın dışında başka bir şey işlerse, bundan dolayı da kendi nefsini suçlasın!” (Ahmed b. Hanbel, V, 160; Müslim, Birr, 55; Tirmiz, Kıyâm, 48; İbn Mace, Zühd, 30).
Şükredenlerin mükâfatlandırılacağı, Kur’an’ın başka bir yerinde şöyle haber verilmiştir:
“Lût’un kavmi de uyarıcı peygamberleri yalanladı. Biz de üstlerine taş (yağdıran bir fırtına) gönderdik. Ancak Lût ailesi müstesna, katımızdan bir nimet olarak onları seher vaktinde kurtardık. Biz şükredeni böyle mükafatlandırırız” (el-Kamer, 54/33).
Şükür ve küfür noktasında insanların iradesi hür bırakılmıştır. Yüce Allah küfrün kötülüğünü ve şükrün faziletini bildirmiştir:
“Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah müstağnidir, her türlü övgüye layıktır” (Lokman, 31/12).
Bu âyette belirtildiği gibi, küfreden insanın kötülüğü kendi şahsına ve şükredenin faydası da kendi şahsınadır. Kişinin küfrünün de, şükrünün de karşılığı kendisine döner (İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azım, III, 444).
Resulüllah (s.a.s.) da, tam manasıyla imân eden müminlerin, bu imtihanı kazanmış olduklarını, diğer insanlara benzemediklerini, varlıkta da yoklukta da küfürden uzak olduklarını, sabır ve şükür ile hareket ettiklerini bildirmiştir:
“Müminin durumu hayret vericidir. Her hali kendisi için hayırlıdır. Müminden başkası için böyle bir şey yoktur. Sevindirici bir durumda olduğu zaman, şükreder. Bu, onun için hayırlı olur. Sıkıntılı bir durumda olduğu zaman, sabreder. Bu da onun için hayırlı olur” (Muhammed b. Allan, Delilu’l-Falihn, Mısır 1971, I, 146 vd.).
Buna göre insanlar, genelde şükreden veya küfredenler olmak üzere iki grupta toplanırlar. Allah ve Resulü, küfürden uzak durup şükür üzere bulunmayı istemişlerdir. Bunu tercih eden imân ehli, dünya ve ahirette kârlı çıkmaktadır. Hadiste göze çarpan diğer bir husus da, şükür ile sabrın içiçe olmasıdır.
Nureddin TURGAY