ŞEHÂDET
Hazır olma; kesin haber; insanın kat’i olarak bildiği bir şeyi, Yüce Allah’ın huzurunda olduğu kanaatiyle dosdoğru haber vermesi, şahitlik etme, tanıklık; açık belirti; şehîd olma, şehîdlik; yemin, bildiği şeyleri itiraf etme.
Şehâdet, arapça bir kelime olup “Şe-hi-de” fiilinden türeyen bir mastardır. Aynı zamanda, müstakil bir isim olarak da kullanılır. “Şühûd” ile eş anlamlıdır. Zıddı, “gayb”dır. Bilinen, görünen âleme şehâdet alemi dendiği gibi, görünmeyen âleme de gayb âlemi denir.
Şehâdet’in ismi faili, “şâhid” dir. O da, bir yerde bulunan, bir şeyi gören ve gördükleri ile bildikleri konusunda bilgi veren kimse, tanık, bir akdin yapılması sırasında taraflardan birinin yanında hazır bulunan, doğrulayan, ispat eden, Allah’ın birliğine şehâdet eden demektir. Şehâdet’in çoğulu, şehâdât’dır (Rağıb el-İsfâhânî, el-Müferedât, Mısır 1961, 267 vd. “şehide” mad.).
Şehâdet kelimesi, “Eşhedu en la ilâhe illâllah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluhu” olarak bilinen Tevhid cümlesidir. “Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed (s.a.s)’in onun kulu ve resulü olduğunu şehâdet ederim” demektir.
Bu cümle, bir nevi İslâm dinine giriş sayılır. Bu cümleyi inanarak söyleyen kişi, imân sahibi olarak kabul edilir. Şehâdet kelimesi, imân esaslarının özeti durumundadır.
Şehâdet kelimesinde, Allah ve Rasûlü hakkındaki imân ve inanç duyguları itiraf edildiği, dile getirildiği için, ona şehâdet kelimesi denmiştir.
Şehâdet parmağı ise, şehâdet getirilirken, kaldırılan baş parmaktan sonraki işâret parmağıdır.
Şehâdet kelimesi, Kur’an’da 20 küsûr yerde geçmektedir. Aynı kökten gelen kelimelerle birlikte, 150 civarında yerde bulunmaktadır.
Yüce Allah, Kur’an’da: “(O gün) şahidlik edene, şahidlik edilene (görenlere ve görülenlere) andolsun ki” (el-Bürûc, 85/3) diye buyurarak şehâdet konusu ile yemin etmiştir. Bu vesileyle, şahâdetin önemine işâret buyurmuştur.
Kur’an’da, İsâ (a.s)’a tam inanan, onunla berâber Allah’ın yoluna baş koyan, bu uğurda her şeylerini fedâ eden havarilerden bahsedilirken, şöyle dua ettikleri haber verilmiştir:
“Rabb’imiz, senin indirdiğine inandık; peygambere uyduk. Bizi şahitlerle beraber yaz” (Alî İmran, 3/53).
Hz. Muhammed (s.a.s)’e de tam manasıyle inanan kamil imân ehli de, aynı şekilde dua etmişlerdir ve onların da duaları Kur’an’da haber verilmiştir: Resûle indirilen Kur’an’ı dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: Rabb’imiz, inandık; bizi şâhidlerle yaz!” (el-Mâide, 5/83).
Şehâdet’i çeşitli yönlerden ele alıp incelemek, üzerinde durup açıklamak mümkündür. Her şeyden önce Kur’an, şehâdeti dünya hayatından önceki, dünya hayatındaki ve âhiret hayatındaki şehâdet diye üç kısma ayırmıştır.
Birincisi, Allah ile insan arasında ki ezelî mukavele sırasında, insan yaptığı şehâdettir:
“Rabb’im, Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhid tutarak: Ben sizin Rabb’iniz değil miyim? (demişti). “Evet, buna şâhidiz!” dediler. Kıyâmet günü, Biz bundan habersizdik!” demeyesiniz” (el-A’raf, 7/172). Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, âhirette peygamberler ve insanların kendi vücut organlarının şehâdette bulunacaklarını haber vermiştir. Allah’ın her şeyi gördüğü, insanların yaptıkları her şeyin şahidi olduğu, çeşitli âyetlerde dile getirilmiştir. Bu âyetlerden bazılarının meâli şöyledir:
“De ki: “Ey kitâb ehli, Allah yaptıklarınızı görüp dururken neden Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?” (Alî İmran, 3/98).
Biz onlara, ufuklarda ve kendi canlarında ayetlerimizi göstereceğiz ki o (Kur’an)’ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabb’inin her şeye şâhid olması, (her şeyi görmesi sana) yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)
“O (Allah) ki, göklerin ve yerin mülkü kendisine aittir. Allah, her şeye şâhiddir.” (el-Bürûc, 85/9)
Kur’an, Allah’ı insana şah damarından daha yakın olarak tanıtmaktadır:
“Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz. (Çünkü) biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf, 50/16).
İnsanlar daima Yüce Allah’ın kontrolü altında bulunduklarına, âhirette her yapılanın ortaya çıkarılacağına inanarak hareket ettikleri zaman, daima kötülüklerden uzak olurlar. Bu inançtan uzak olan bir insan, her fırsatta dilediği kötülüğü yapar. Yeryüzündeki hiç bir hükümdar, insanları her zaman ve her yerde kontrol altında tutamaz. İnsanlar tenha yerlerde, onların kontrollerinin dışında kalınca, kuralların dışına çıkar ve diledikleri gibi hareket ederler. Ama her zaman ve her yerde Allah’ın kontrolünün altında olduğuna inanan insanlar, hiç bir zaman ve hiç bir yerde, Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı hareket edemezler. Çünkü onların, Allah’ın murakabesinin dışında hiç bir yerleri ve zamanları yoktur. Âhirette Yüce Allah’ın iyi ve kötü, her türlü hareketleri için şehâdette bulunacağına inanır ve ona göre iyi hareketlerde bulunurlar. Bu inanç, insan hayatında bu derece olumlu yönden etkili olmaktadır (Seyyid Kutub, Fi Zilâli’l-Kur’an, Beyrut 1971, VII, 555 vd).
Yukarıda arzedilen âyette ifâde edildiği gibi, Yüce Allah’ın insanlara şah damarından daha yakın olduğunu düşünmek ve ona göre hareket etmek, insanı ihsan (iyilik) denilen yüce bir mertebeye de ulaştırır. İhsan, insanın Allah ile beraber olma şuuruna ulaşması demektir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s)’e: “İhsan nedir?” diye sorulunca, şu cevabı vermiştir: “Allah’ı görüyormuşsun gibi O’na ibâdet etmektir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görüyor” (Buhârî, İmân, 37; Müslim, İmân, 57; Ebû Davûd, Sünne, 16; Tirmizî, İmân, 4; İbn Mâce, Mukaddime, 9; Ahmed b. Hanbel, 1, 27, 51,53, 219, II, 107, 426, IV, 129, 264).
Yüce Allah’ın başka bir âyette: “Muhakkak ki Rabb’in, her an gözetlemededir” (el-Fecr, 89/14) demesi, bu konuyu ne kadar da te’kid etmektedir!… Bu konu Kur’an’ın daha bir çok yerinde anlatılmakta ve insanlara bu inanç aşılanmaktadır (Bk. Kaf, 50/17; es-Secde, 32/6; ez-Zümer, 39/46; el-Haşr, 59/22; el-Cum’a, 62/8; el-En’am, 6/19).
Bilindiği gibi, Allah’ın isimlerinden biri de “Şehîd’ dir.
Yüce Allah her ümmete peygamber göndermiştir. Bu peygamberler de âhirette ümmetleri hakkında şahâdette bulunacaklardır. Bu hususu açıklayan bir âyetin meâli şöyledir:
“Her ümmetten (inançlarının bozukluğuna, işlerinin kötülüğüne tanıklık edecek) bir şahit getirdiğimiz zaman, (halleri) nice olur?” (en-Nisâ, 4/41).
Bu âyette bildirildiği gibi, her peygamber âhiret gününde ümmeti hakkında şehâdette bulunacak. Hz. Muhammed (s.a.s) ise, hem kendi ümmeti ve hem de geçmiş peygamberler ve ümmetleri hakkında şahâdette bulunacaktır (es-Savî, Hasiyetu Allâme es-Sâvî, Beyrut tsz, 1, 220). Peygamberlerin şahâdetleri hakkında da çok âyet vardır (Bk. el-Bakara, 2/143; el-Maide, 5/117; en-Nahl, 16/84; el-Kasas, 28/75).
Sahabeden İbn Mes’ud (r.a) sık sık Hz. Muhammed (s.a.s)’e Kur’an okurdu. Kendisinden rivâyet edildiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.s) bir gün onu çağırmış ve kendisinden Kur’an okumasını istemiş. O da güzel sesi ile en-Nisâ suresini tatlı tatlı bir şekilde okumaya başlamış. Yukarıda meâli sunulan 41. âyete geldiği zaman, Hz. Muhammed (s.a.s) ağlamaya başlamış ve İbn Mes’ud’a; kafi diyerek okumasını kesmiştir (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır 1977, 1, 247).
Kur’an’ın başka bir yerinde, Hz. Muhammed (s.a.s)’in ümmeti için şahâdette bulunacağı ve ümmetinin de diğer insanlar için şahâdette bulunacakları haber verilmiştir:
“Allah uğrunda, O ‘na yaraşır şekilde cihâd edin. O, sizi seçti ve dinde size bir güçlük yüklemedi. (Sizin dininizi de) babanız İbrahim’in dini (gibi geniş kapsamlı yaptı, daraltmadı). O (Allah) bu (Kur’an)’dan önce (ki kitaplarda) da, bu (Kur’an)’da da size “Müslümanlar” adını verdi ki peygamber size şâhid olsun, siz de insanlara şâhid olasınız. Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. Sahibiniz O’dur. Ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır (O)!” (el-Hac, 22/78).
Âhiretteki şahâdetin biri de, insanların kendi benliğinin, hatta kendi vücut azalarının kendisi hakkındaki şahâdetidir. Kur’an bu noktada insanın cildinin, elinin, ayağının, kulağının, gözünün şahâdetinden bahsetmektedir. Bu hususta bilgi sunan bazı âyetlerin meâli şöyledir:
“O gün ki dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir” (en-Nur, 24/24).
“O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bize söyler, ayakları yaptıklarına şahitlik eder” (Yâsin, 36/65).
“Nihâyet oraya vardıklarında kulakları, gözleri ve dilleri yaptıkları hakkında onların aleyhine şahitlik ettiler. Derilerine dediler ki: “Niçin aleyhimize şahidlik ettiniz?” (Derileri): “Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu. ” İlk defâ sizi O yaratmıştı. İşte O’na döndürülüyorsunuz. Siz (günahları işlerken) kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin, aleyhinize şahitlik etmesinden gizlenmiyordunuz. Yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz” (Fussilet, 41/20,21,22).
Âhiret gününe samimi olarak inanan, imân eden ve vücud organlarının o gün haklarında bu şekilde şahâdette bulunacağını düşünen insanlar, daima en güzel şekilde yaşamaya çalışırlar. Bütün benlikleriyle, aleyhlerinde suç teşkil edecek olan her türlü süfli ve zararlı hareketlerden uzak dururlar.
Çünkü şehâdet olarak, dünya hayatındaki şehâdete gelince; bu insan hayatında son derece önemli rol oynayan bir meseledir. Sosyal bir varlık olan insan, dünya hayatında âhiret hayatı için hazırlık içinde bulunduğu, bu istikâmette çeşitli ibâdetleri edâ ettiği gibi, dünya hayatı içinde değişik çalışmalarda bulunmaktadır. Hayatını devam ettirmek ve daha rahat bir hayat sürdürmek için, birçok kazanç yollarına baş vurmakta ve farklı insanlarla münabeset içinde bulunmaktadır. İster âhiret için yaptığı ibâdetlerde ve ister dünya hayatı için gösterdiği çabalarda problemleri olmakta ve her iki hususta da şehâdet konusu ile karşılaşmaktadır. Dünya hayatındaki bu şehâdet hakkında çeşitli âyet, hadis ve fikhî kaideler vardır. Her şeyden önce Yüce Allah Kur’an’da şehâdeti adaletle, sadece Allah rızası için yapmayı emretmiş ve “Şehâdeti, Allah rızası için tam bir şekilde yerine getirin” (et-Talak, 65/2) diyerek bu ilâhî emri dile getirmiştir.
Bu husustaki diğer bazı emirleri sergileyen bir âyetin meâli de şöyledir: Ey inananlar! Allah için adâletle şâhitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletten saptırmasın. Âdil davranın; takvaya yakışan budur. Allah’tan korkun; şüphesiz Allah yaptıklarınızı haber almaktadır” (el-Maide, 5/8).
Kur’an’ın en uzun âyeti, el-Bakara 282. âyetidir. Bu âyette, şahâdetle ilgili bir çok husus, açıklıkla dile getirilmiştir. Ondan sonra gelen âyette de, şehâdeti gizlememe hususu taleb edilmiştir.
“Şahitliği (gördüğünüzü) gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır (daima vicdan azabı çeker). Allah yaptıklarınızı bilir” (el-Bakara, 2/283).
Şehâdet konusuna İslâm hukukunda büyük önem verilmiştir. Bütün fıkıh kitaplarında, şehâdet konusu müstakil bir başlık altında ele alınmış ve geniş bir şekilde açıklanmıştır.
Şehâdetle ilgili çeşitli fıkhî terimler vardır. Önce bu terimleri kısa bir şekilde açıklayalım:
İslâm hukuku açısından şehâdet, herhangi bir kimsenin, birinin başka bir şahısta olan hakkını ispat için, şehâdet lafziyle hâkimin huzurunda verdiği haberdir. “Filan kişinin, falan şahıstan şu kadar alacağı olduğuna şahâdet ederim” denilmesi gibi. Böyle bir şehâdette bulunan kişiye “şâhid”, lehine şehâdet yapılana “meşhûdün leh”, aleyhine şehâdet yapılana da “meşhûdün aleyh” ve şehâdet konusu olan mes’eleye de “meşhûdün bih” denir.
Bir insan şahid olarak gösterildiği zaman, şahitlikte bulunmaktan kaçınmaması lâzımdır ve bildiğini doğru olarak, olduğu gibi söylemesi gerekir. Ancak zina yapma, içki içme gibi had cezasını gerektiren hususlarda şahitlik yapan muhayyerdir yani serbesttir. İsterse doğru söyler ve isterse suçlunun ayıbını örter. Başkasının kusurunu örtmek, daha iyi olarak kabul edilmiştir.
Genel olarak şehâdet konusunda, şahitte aranan bazı şartlar vardır. Şâhidin müslüman, akıllı, baliğ, hür, adalet sahibi (güvenilir), görme ve konuşma yeteneğine sahip olması ve başkasına zina iftirasından dolayı had cezasına çarptırılmamış bulunması gerekir. Bir de şahitlikte “şehâdet” lafzını kullanması icâb eder. Ben bilirim, bence böyledir, zannedersem gibi sözler, şehâdet için yeterli değildir.
Bir kişinin annesi, babası, ninesi, dedesi, çocukları, torunları ve eşi lehine yaptığı şahitlik kabul edilmez. Bir de kişinin kendi ortağı lehine yaptığı şehâdetteki gibi, menfaatını ilgilendiren hususlardaki şahitliği de kabul edilmez. Aralarında düşmanlık bulunan kişilerin hissi davranmaları ihtimali olduğu için birbirleri aleyhindeki şahitlikleri de muteber değildir. Kısacası, herhangi bir tarafın haksızlığa uğraması ihtimali olduğu hususlardaki şahitlik, İslâm fıkhında kabul görmemiştir. Bazı insanlarda bulunan İslâm ahlâkına aykırı kötü huy ve işlerden dolayı bu gibi kişilerin şahitlikleri tartışılmış ve alimlerin çoğu tarafından uygun görülmemiştir. Bir de, şahitlik davaya uygun düşerse, kabul edilir. Eğer davaya aykırı bir durum arzederse, kabul edilmez (el-Kâsânî, Bedâiu’s-Senâî, Beyrut, 1974, VI, 266 vd.; Vehbe ez-Zuheylî, el-Fıkhu’lİslâmî ve Edilletuhu, Dımaşk 1984, VI, 562 vd).
Bir bakıma şehâdeti dört kısma ayırmak mümkündür:
1- Zina ile ilgili şehâdet. Bu husustaki davanın kabul görmesi için, dört erkek şâhidin şehâdette bulunması gerekir.
2- Zinanın dışında, had ve kısası gerektiren hususlardaki şehâdet Bu hususlar için iki erkek şâhidin şehâdeti gerekir.
3- Bunların dışında kalan çeşitli hukukî konularla ilgili şehâdet. Bu hususlarda iki erkeğin şehâdeti gerekir. İki erkek bulunmayınca bir erkek ve iki kadının şehâdeti geçerlidir.
4- Yalnız kadınların bulunabileceği hususlarla ilgili şehâdet. Bu gibi hususlarda erkeklerin değil, kadınların şehâdeti muteberdir. Doğum, bekâret ve erkeklerin muttali olamayacağı, ancak kadınların bulunabileceği veya bakabileceği yerlerdeki kadınların ayıpları ile ilgili konularda, bir kadının şehâdeti yeterlidir (Abdullah b. Mahmud b. Mevdud, el-İhtîyâr, İstanbul, 1980, II, 140 vd; el-Meydânî, el-Lubâb, Derseâdet,I, IV, 55 vd).
Bir de, şehâdet konusunda şahitlikten dönme meselesi vardır. Şahitler hâkim tarafından henüz hüküm verilmeden önce şahitliklerinden dönerlerse, şahitlik düşer ve şahitlerin herhangi bir tazminat ödemeleri gerekmez.
Ancak, hâkim şahitlerin şehâdetine dayanarak hüküm verdikten sonra, şahitler şahitlikten dönerlerse, hüküm bozulur ve şahitlerin de, şehâdetleri nedeniyle sebep oldukları zararı ödemeleri icâb eder. Şahitlerin şehâdetten dönmeleri, ancak hakimin huzurunda olunca geçerli olur (el-Kàsânî, Bedâiu’s-Senâi’, VIl, 283 vd.).
Yukarıda ifâde edildiği gibi, zina hakkındaki şehâdet, dört erkek şahidin şehâdeti ile olur. Zina suçlamasında bulunan herhangi bir kişi, dört erkek şahitle bunu ispat edemezse, kendisinin bir daha şahitliği kabul edilmez ve aynı zamanda, iftira suçundan dolayı kendisine seksen değnek vurulur. Bu husus Kur’an’da şöyle dile getirilmiştir:
Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da sonra (bu suçlamalarını ispat için) dört şâhid getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şâhitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir” (el-Nur, 24/4).
Herhangi bir adam, kendi hanımının zina ettiğini söylerse, onun da dört erkek şahid getirmesi gerekir. Getiremediği taktirde, hâkimin huzurunda dört defâ: “Vallâhi, bu sözümde doğru olduğuma şâhitlik ederim” der; beşinci defâda; “Eğer bu hususta yalan söylüyorsam, Allah’ın laneti benim üzerime olsun” der. Hanımı da buna karşılık dört defâ: “Vallâhi benim kocam bu konuda yalan söylüyor” dedikten sonra, beşinci defâda; “Eğer benim kocam bu iddiasında doğru ise, Allah’ın laneti benim üzerime olsun” der (Bk. en-Nur, 24/6, 7, 8, 9, 10). Adam böyle bir iddiadan sonra şâhid getirmez ve böyle yemin de etmezse, iftira cezasına çarptırılır. Bu şekilde yemin etmekle, bu cezadan kurtulur. Kadının bu şekilde yemin etmesi de onu zina cezasından kurtarır. Yemin etmediği takdirde, suçu kabullenmiş olur ve zina cezasına çarptırılır. Bu olaya, İslâm hukukunda “liân” denir (geniş bilgi için, “liân” maddesine bakınız). Bu şekilde karşılıklı liânda bulunan karı kocanın nikâhı, hâkim tarafından fesh edilir ve bu karı koca birbirinden ayrılır (el-Kurtubî, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’an, Mısır 1950, XII, 187; İbnu’l-Arâbî, Ahkâmu’l-Kur’ân, Lübnan, tsz., III, 1332).
Bu liân ile ilgili âyetlerden anlaşıldığı gibi, şehâdet yemin manasına da gelmektedir (geniş bilgi için, “yemin, kasem, and” maddelerine bakınız).
Şehâdet’in ifâde ettiği diğer bir husus da, şehîd olmadır. Şehâdet, aynı zamanda şehîdin mastarıdır. Şehîd, Allah rızası için, O’nun yolunda canını fedâ eden müslümana verilen isimdir. Ona bu ismin verilmesinin sebebi, cennetlik olduğuna şahitlik edilmiş olması, veya onun Yüce Allah’ın huzurunda yaşıyor bulunması yahut ölümü sırasında meleklerin hazır bulunması yahut da ruhunun doğrudan Cennet’te bulunması ya da Allah tarafından çeşitli mükâfatlarla mükâfatlandırılmış olmasıdır (el-İsfahânî, el-Müfredât, Mısır 1961, 267 vd.; et-Tahtâvî, Haşiye ala Merâki’l-Felâh, Mısır 1970, 516 vd.; geniş bilgi için, “şehîd” maddesine bakınız).
Şehâdet ve şahitlik hususunda dikkat edilecek önemli bir nokta da, yalan yere şahitlikte bulunmaktan kaçınmadır. Yüce Allah, yalan yere şahitlikte bulunmaktan kaçınanları Kur’an’da övmüştür:
Onlar ki yalan şâhidlik etmezler. Boş laf konuşanlara rastladıklarında, vakar ile (oradan) geçip giderler” (el-Furkan, 25/72).
Hz. Muhammed (s.a.s.), bir gün yanında hazır bulunanlara: “Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi?” diye sormuş ve aynı soruyu üç kere tekrarlamıştır. Hazır bulunanlar: “Buyurunuz ya Resûlüllah!..” demişler. Bunun üzerine, Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle devam etmiştir: “Allah’a eş ve ortak koşmak, anne ve babaya isyân edip onlara karşı olan vazifeyi yerine getirmemek. ” O sırada bir yere dayanmakta olan Hz. Muhammed (s.a.s.) doğrulup oturmuş ve şöyle devam etmiştir: “İyi dikkat edin! (Üçüncüsü de), yalan yere şehâdette bulunmaktır.” Hz. Muhammed (s.a.s.) bu son cümleyi o kadar tekrar tekrar söylemiş ki, orada bulunan cemâat, içlerinden keşke susup, bir daha söylemese, diye düşünmüşler (Muhammed b. Allan, Delilu’l-Fâlihîn, Mısır 1971, II, 170).
Bu kadar geniş mana taşıyan şehâdetin İslâm kültüründe büyük bir yeri vardır.
Nureddin TURGAY