SİKÂYE
Kâbe hizmetlerinden hacılara su içirme vazifesi:
Kâbe’yi Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in inşa etmesinden bu yana Allah’ın konukları sayılan hacılara hizmet vazifesi söz konusudur. Hacılara hizmet ve Kâbe görevleri, Hz. İsmail’den sonra onun soyundan gelenler tarafından yürütüle gelmiştir.
“Sikaye” de “sekaye (seka) suladı, su verdi” fiilinden “sulamak, suvarmak” manasına gelen bir mastar olup, ıstılahî olarak hacılara içecek dağıtma vazifesini ifade eden bir kelimedir.
Hacılara içecek dağıtmak Peygamberimizin atalarından Kusayy b. Kilab’a kadar Hz. İsmail’in soyundan gelenlerce diğer Kâbe görevleri ve hacılara hizmetler arasında bütünlük içerisinde yürütülmekteydi.
Kusayy b. Kilab, Mekke liderliğini eline alıp Kureyşlileri orada toplayınca; eskiden de yürütülen, fakat ayrı bir hizmet kolu olmayan yeni görev ve hizmetleri oluşturmuş, adeta müesseseler teşekkül ettirerek bir devlet kurma konumuna gelmiştir.
Kusayy, Hicabe, Sikaye, Rifade, Nedve, Liva, Kıyade gibi en önemli görevleri kendi üzerine aldı (İbn Hişam, Siretü’n-Nebeviyye, I, IV, Beyrut 1391-1971). O, sikaye ve rifade görevini yerine getirmek için Kureyşlilerden vergi talep ederek şu konuşmayı yaptı: “Ey Kureyş cemaati! Sizler, Allah’ın komşularısınız, Allah’ın evinin halkı, Haremi’nin halkısınızdır. Hacılar da Allah’ın konukları ve evinin ziyaretçileridir. Onlar ağırlanmaya en layık olan konuklardır. Bunun için, onlara sizden ayrılıncaya kadar, Hacc günlerinde yiyecek ve içecek ikram ediniz” (İbn İshak, Kitabul-Mübteda vel-Mebas, I, Konya 1981; İbn Sa’d, Tabakatül-Kübra, I, Beyrut 1957).
Kusayy, bununla da kalmayıp Mekke’de kuyular kazdırdı. O dönemde Mekke’de su çok kıymetli olup halk, Harem dışındaki kuyuların suyundan içerdi. Kusayy’ın Mekke’de kazdırdığı ilk kuyu Hazvere’de, Hz. Ümmühanî’nin evinin bulunduğu yerdeki “Acul” diye anılan kuyu idi. Araplar, Mekke’ye geldikleri zaman bu kuyunun suyundan içerlerdi. Kusayy başka bir kuyuyu da Redm-i Âlâ’daki Eban b. Osman’ın evinin yanında kazdırmıştı (el-Ezrakî, Ahbaru Mekke, I-II,112-113; Mekke 196; Belâzurî, Ensab’ul-Eşraf, Mısır 1959, I, 51).
Kusayy, kendisinden sonra sikaye vazifesini Darun-nedve, Hicabe, Liva ve Rifade vazifeleriyle birlikte oğlu Abduddar’a tevdî etti (Taberî, Tarihul-Umem vel-Muluk, Mısır 1326, II, 184).
Kusayy’ın, Hicabe, Darunnedve ve Liva vazifelerini Abduddâr’e; Sikaye, Rifade ve Kiyâde vazifelerini Abd-i Menaf’a verdiği de rivayet edilir (el-Ezrakî, Ahbar’u Mekke, I, 110).
Daha sonra bu görevler üzerinde Abduddaroğulları ile Abdimenafoğulları arasında anlaşmazlık çıktı. Anlaşmazlık Sikaye ve Rifade görevleri Abdimenaf oğullarına; diğer görevler Abduddar oğullarına verilmek suretiyle çözüldü (İbn Hişam, Sîre, I, 140).
Sikaye ve Rifade görevlerinin başkanlığını Abdimenaf oğullarından Hâşim üzerine aldı. Hâşim, her yıl Sikaye ve Rifade için malından çok büyük bir kısım ayırırdı. Zemzem kuyusunun bulunduğu yere deriden yapılmış su havuzları koydurur, Mekke’deki kuyulardan su getirtip onlara doldurturdu. Hacılar, susadıkları zaman onlardan içerlerdi (Tabakat, İbn Sâ’d, I, s. 78). Hâşim, ayrıca Müstenzer ve Secle kuyusunu da kazdırıp sikaye görevini yerine getirmişti (el-Ezrakî, Ahbaru Mekke, II, s. 217).
Haşim’den sonra diğer görevlerle birlikte Sikaye görevini de Mııttalib b. Abd-i Menaf üzerine aldı (Yâkubî, Tarih, Beyrut 1960, I, 244-245). Ondan sonra da bu görevi Abdulmuttalib (Şeybe) b. Haşim yerine getirdi. Hacılara yemek yedirir ve Mekke’deki deri havuzlara doldurduğu suları içirirdi. Ayrıca, süt ve bal şerbeti ikram ettiği de olurdu (a.g.e., I, 246).
Abdulmuttalib, Sikaye vazifesini iyi bir şekilde yerine getirmek için gördüğü bir rüya kılavuzluğunda Zemzem kuyusunu ortaya çıkardı. Abdulmuttalip, Zemzem kuyusunu ortaya çıkardıktan sonra, hacılara Zemzem suyunu içirmeye başladı. Zemzem kuyusu ortaya çıkınca, hacıların su içegeldikleri öteki suları bastırdı. Zemzem, Mescid-i Haram’a yakın ve başka kuyulardan daha iyi ve İsmail (a.s)’ın kuyusu olduğu için, halk, öteki kuyuları bırakıp bu kuyudan su içmeye başladı (İbn Hişam, Sîre, I, 155).
Abdulmuttalip, Mut’im b. Adiyy’in Zemzem kuyusunun yanına deriden bir su havuzu koymak ve Zemzem kuyusundan su çekip ona doldurmak hususundaki isteğini de kabul etti. Abdulmuttalib’in bir çok devesi vardı. Hac mevsimi gelince develerini toplar, sütlerini Zemzem kuyusunun yanındaki deri havuza doldurur, bal ile karıştırıp hacılara içirirdi. Ayrıca satın aldığı kuru üzümü Zemzem suyu ile ıslatıp, hoşaf yaparak hacılara ikram ederdi (el-Ezrakî, Ahbaru Mekke, I, 113-114).
Sikaye vazifesi Abdulmuttalip’ten sonra onun oğlu ve Hz. Peygamberin amcası Hz. Abbas’a geçti. Mekke fethedildiğinde bir ara Hz. Peygamber Sikaye vazifesini Hz. Abbas’tan, Hicabe (Kâbe kayyımlığı) vazifesini de Osman b. Talha’dan geçici olarak geri almıştı. Bununla, bu görevlerin eski câhiliyye usulüyle değil, emanetleri ehline verme yoluyla sürdürülmesi gerektiğini gösteriyordu.
Hz. Peygamber kısa bir müddet sonra bu görevleri tekrar Hz. Abbas ve Osman b. Talha’ya iade için onları yanlarına çağırdığında, Hz. Abbas, Hz. Peygamber’e elini uzatarak “Ya Rasulallah! Anam babam sana feda olsun! Hicabe ile Sikaye vazifelerini bizim üzerimizde birleştir” dedi. Hz. Peygamber “Ben, size, halkın Beytullaha göndereceği örtü gibi şeylerden geçiminizi sağlayacağınız şeyi değil, hacıların su ihtiyaçlarını karşılamak üzere servetinizden harcayarak bu yüzden hayra ereceğiniz rahmetli şeyi veriyorum” buyurdu (el-Ezrakî, a.g.e., I, s. 114, 267).
Rasûlüllah, Sikaye vazifesini Hz. Abbas’a yeniden verdi. Hz. Abbas’ın Taif şehrinde üzüm bağı vardı. Gerek câhiliye ve gerek İslâmiyet devrinde oradan üzüm taşınır, sunulacak Zemzemlerin içine atılarak hacılara ikram edilirdi. Abdullah b. Abbas da, onun oğlu ve ondan sonra onun soyundan gelenler de hep böyle yaparlardı (Vakidî, Meğazi, II, Mısır 1965, s. 898).
Bu konuda Sünen-i Ebu Davud’da şöyle bir hadis nakledilir: “Bekr b. Abdillah dedi ki: Bir adam İbn Abbas’a (gelerek); -“Şu beytin ehline ne oluyor da amcalarının oğulları (hacılara) süt, bal ve kavut sunarlarken bunlar nebîz sunuyorlar? Onlarda cimrilik mi var, yoksa muhtaç mıdırlar?” dedi. İbn Abbas (r.a) da: “Biz ne cimriyiz, ne de muhtacız. Fakat (bir gün) Rasûlüllah (s.a.s) terkisinde Usame b. Zeyd olduğu halde (yanımıza) geldi ve içecek (bir şey) istedi. Bunun üzerine kendisine bir üzüm şerbeti getirildi. O bunu içti ve artanını da Usâme’ye sundu. Usame de onu içti. Sonra Rasûlüllah (s.a.s); “-Aferin size! Ne iyi ettiniz! Hep böyle yapın ” buyurdu. İşte biz de böyle (yapıyoruz), Rasûlüllah (s.a.s)’ın buyruğunu değiştirmek istemiyoruz” dedi” (Sünen-i Ebû Dâvud Terc ve Şerhi, İstanbul 1989, IV, 504).
Kur’an-ı Kerim Sikaye’den şu şekilde bahsetmektedir: “Hacılara su verme (Sikaye) ve Mescid-i Haram’ı onarma (işini yapan)ı Allah’a, ahiret gününe inanana ve Allah yolunda cihad edenle bir mi tuttunuz? Bunlar, Allah yanında bir olmazlar (musavi, eşit değil), Allah zalimler topluluğuna hidayet etmez” (et-Tevbe, 9/19).
Bu âyetten anlıyoruz ki, bir kere imansızlıkla yapılan sikaye ve imaret hiçtir. İmana mukarin olduğu surette ise hacılara su vermek ve bizzat Kâbe’nin imarında hizmette bulunmak kendi başına hayırlı olan ve Allah katında bir fazileti bulunan amellerdendir. Fakat ne de olsa Allah yolunda cihad eden mü’minlerin ameline, iman ve cihadına eşit olamazlar. Aralarında o kadar büyük fark vardır ki, onun buna teşbihi bile câiz değildir. Müşriklerin yaptığı gibi imansız Sikaye ve iman vazifelerini iman ve cihadı üstün tutarak denk tutmak şöyle dursun, iman ile olan cihadsız Sikayet ve imareti mü’minin cihadına ve bâhusus iman ve cihad ile yapılan şikayet ve imarete musavî tutmak bile bir zulüm, bir haksızlık olur (Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul t.y, IV, 2483).
Ayette geçen “bir mi (eşit mi) tuttunuz?” sorusu, mukaddes bir yerin koruyuculuğu, bakımı veya gösterişten ibaret dindarlıklarının nişanesi olmak üzere materyalist kimselerin yerleştirmek ve idare etmek suretiyle istismar ettikleri diğer dini yayın, ayin ve törenlerin Allah katında hiç bir değer taşımadıkları gerçeğini ispat etmek için ortaya konmuştur. Çünkü kişinin Allah yanındaki gerçek değerinin, inançlarındaki samimiyet ve Allah yolunda yapacağı fedakârlıklarla doğru orantılı olduğu, yoksa o kimsenin bu gibi ayrıcalıklardan hoşlanıp hoşlanmamasının, ya da muhterem şeyh, hoca, müftü vs. gibi kimselerin soyundan gelip gelmemesinin bu konuda bir mana ifade etmediği bir gerçektir. Aksine, inancında samimiyet ve Allah yolunda fedakârlıklardan yoksun olan kimselerin Allah yanında hiç bir değerleri yoktur. Nitekim bu gibi insanların, dinen ulu kimselerin soyundan gelmeleri uzun bir meşayih ve ulema silsilesiyle mukaddes yerlerin koruyuculuğunu miras olarak devralmaları, özel gün ve yıl dönümleri vesilesiyle, sırf gösteriş ve merasim olsun diye bazı dini ayin ve hareketlerde bulunmalarının yanında hiç bir mana ve değeri yoktur. Ve sırf atalarından gelen haklar olmak kendilerine miras kalmış diye, mukaddes yer ve kurumların böyle değersiz (Allah yanında değeri olmayan) insanların eline terkedilmiş olması hiç bir şekilde caiz değildir.
Muammer ERTAN