SEYR-Ü SÜLUK
Yürüme, gezme, seyretme, yola girme, yol tutma, mutasavvıfın Allah’a ulaşmayla sonuçlanan manevî yolculuğunu belirten bir tasavvuf terimi. Aynı anlamda sefer ve seyahat kelimeleri de kullanılır. Bir tarikata girerek seyr-ü süluke başlayan mutasavvıf ise; “salik”, “ehl-i süluk”, “sair”, “saih”, “seyyar” ve “müsafır” gibi isimlerle anılır.
Seyr-ü süluk, kişinin kendi başına yapabileceği bir iş değildir. Önce bir tarikata girilmesi, bir mürşide bağlanılması gerekir. Bu bağlanma seyr-ü sülukün vazgeşilmez şartıdır. Salik, Süluku boyunca dünyevî ilgi ve ilişiklerden kesilerek nefsini arındırır, kötü huylardan kurtularak ahlâkını güzelleştirir; böylece Allah’a ulaşma (vusul) yeteneği kazanır.
Mutasavvıflar iki farklı seyir üzerinde dururlar. Bunlar “seyr-i nüzulî” ve “seyr-i urucî” isimleriyle anılır. Seyr-i nüzuli (iniş seyri); mutlak varlığın mukayyed varlığın var olması, zuhuru için yaptığı seyıdir. Başka bir deyişle Ahadiyet (Teklik) mertebesindeki Allah’ın mümkün çokluklar (kesret) mertebesine; vacib’in imkan mertebesine; küll’ün cüz’e nüzulü, inişidir. Bu seyre “seyr-i inbisatî” veya “seyr-i zuhuri” da denir. Varlıklar dünyası ve insan bu seyrin bir sonucudur. Seyr-i urucî (yükselme seyri), mukayyed varlığın mutlak varlık’ta yok olmak için yaptığı seyrdir. Diğer bir ifadeyle cüz’ün küll’e, mümkün varlığın mutlak’a, insanın Allah’a seyridir. “Seyr-i şuurî” de denilen bu seyr, tarikatlarda amaçlanan manevi seyri, yolculuğu meydana getirir.
Salikin yapacağı manevi yolculuğun dört mertebesi vardır. Birinci mertebeye “seyr-i ilallah” (Allah’a yolculuk) denir. Bu mertebenin özü, nefs menzilinden kalkıp gerçek varlığa (Allah’a) doğru yürümektir. Bu yolculuk, şoklukta (kesret) birlik (vahdet) kavrandığı zaman sona erer. Seyr-i ilallah, kalbi mümkün varlıkların bilgisinden boşaltarak Vacibül-Vücud’un (zorunlu varlık) bilgisi ile doldurmakla sonuçlanır. Bu yolculuğun sonunda salik Allah’ta yok olur, “fenafillah” derecesine yükselir. Manevi yolculuğun ikinci mertebesine “seyr-i fillah” (Allah’ta yolculuk) denir. Bu seyr sırasında salik Allah’ın nitelikleriyle (sıfatlarıyla) donanır; Allah’ın isimleriyle gerçeklik kazanır. Buna karşılık bütün beşerî nitelikleri yok olur. Evrenin üzerindeki perde kalkar, ilm-i ledün denilen gizlilikler bilgisi, hakikatler bilgisi salike açılır. Salik bu seyrin sonunda “bekabillah” denilen Allah’ta varolma durumuna ulaşır.
Seyr ü sülukün üçüncü mertebesi “seyr-i ma-Allah” (Allah ile yolculuk) adını alır. Bu seyir sırasında ikilik ortadan kalkar; salik ilahi teklik makamı olan Ahadiyet’e ulaşır. Bu makam mutasavvıflar tarafından “Kâbe kavseyni ev edna” (İki yay kadar ya da daha az) en-Necm, 53/9) makamı olarak da anılır.
Manevî yolculuğun dördüncü mertebesini “seyr-i anillah” (Allah’tan yolculuk) oluşturur. Bir anlamda Allah’a yükselen salikin dönüş yolculuğunu dile getiren bu seyr, birlikten çokluğa (vahdetten kesrete) geri geliştir. Diğer bir deyişle talipleri aydınlatmak, irşad etmek, onlara yol göstermek için Allah’tan halka dönüştür. Bu yolculukla ulaşılan makama “beka ba’de’l-fena” (yokluktan sonra varolma), “sahv ba’del-mahv” (yokluktan sonra kendine gelme) ve “fark ba’del-cem” (birlikten sonra ayrılık) gibi adlar da verilir.
Dört manevî yolculuktan ilk ikisi saliki velayet (velilik, Allah dostluğu) makamına ulaştırır. Son iki yolculuk ise salikin mürşidlik yetkisini kazanması için zorunludur. Manevi yolculuğun başarı ile tamamlanabilmesi için mürşid kadar diğer bazı yardımcı öğeler de gereklidir. Bunlar aşk, ihsan ve ihlastır. Allah aşkı olmadan çekilecek bütün zahmetler boşa gider. İhlas ve ihsan ise imanın gereklerindendir. İhlasın en alt derecesi Allah’tan başka tapılacak bir varlık olmadığını (la mabude illallah); en üst derecesi ise Allah’tan başka bir varlığın bulunmadığını (la mevcude illallah) kavramaktır. İhsan ise, salikin bütün bağlarını keserek Allah’a yönelmesini belirtir. Seyr ü süluk, ancak bu üç öğenin tam olarak gerçekleştirilmesi ile tamamlanabilir. Sülukün bilgi ile sırf bilmekle bir ilgisi yoktur, Süluk; yaşayarak, tadarak, haller aracılığı ile Allah’a ulaşmaktır.
Mutasavvıflara göre seyr-ü sülukün iki temel yöntemi vardır. Birinci yöntem, tarik-i ruhani denilen ruhun arındırılması; ikinci yöntem ise tarik-i nefsani denilen nefsi eğitme yöntemidir. Ruhu arındırma yönteminin temelini sıkı bir ibadet, riyazet ve mücahede ile kalbi arındırarak, iyi ahlâkla ahlâklanarak Allah’a ulaşma çabası oluşturur. Bu yöntem daha çok tarik-i ahyar (hayırlılar yolu) ya da tarik-i ebrar (iyiler yolu) olarak anılır.
Tarik-i şuttar (aşk ve cezbe yolu) ve tarik-i sairin (süluk edenler yolu) da denilen nefsi eğitme yöntemi, nefsin çeşitli mertebeleri üzerine kuruludur ve yedi aşaması vardır. Nefs, birinci aşamada “emmare” (kötülüğü buyuran) makamındadır. Bu nedenle salik sürekli nefsine karşı mücahede etmek zorundadir. Mürşid bu aşamada salike “la ilahe illallah” zikrini verir. Emmare aşamasındaki salikin seyri “seyr-i ilallah” (Allah’a yolculuk); hali “havf ü reca” (korku ve umut); alemi şehadettir (görülen alem). Salik nıücahede yoluyla nefs-i emmarenin (kötülüğü emreden nef’s) isteklerinden uzaklaşır, ahlâkını güzelleştirirse; mürşidi onu seyrin ikinci aşamasına geçirir. Salik bu aşamada tevhidi Allah’dan başka tapılacak yoktur (la mabude illallah) biçiminde anlar.
Sülukün ikinci aşamasında nefs, “levvame” (kınayıcı) durumuna gelir. Salik bu aşamada işlediği günahlardan pişmanlık duyar; vicdan azabı çekmeye, kendisini kınamaya başlar. Bu aşamada salikin zikri “Allah”; seyri, seyr-i lillah; hali, kabz ve bast (sıkıntı ve rahatlık); alemi, berzahtır (ara alem). Salik, bu aşamada tevhidi Allah’tan başka maksud yoktur (la maksude illallah) biçiminde anlar.
İkinci aşamayı geçen “salikin nefsi mülhime” (iyiliği ilham eden) niteliği kazanır. Bu nedenle üçüncü aşama mülhime makamı, mertebesi adını alır. Bu mertebede mürşid salike “Hu” zikrini verir. Mülhime mertebesinde salikin hali heybet (korku ve çekinme); seyri, seyr-i alellah; alemi melekuttur (yücelik, ululuk alemi). Salik bu aşamada zikirden tat almaya başlar, kalbinden Allah dışındaki tüm varlıkları çıkarır ve Allah’ın rızasına yönelir; kalbinde aşk ateşi yanmaya başlar, ahiret mükafatları gözünde değerini yitirir. İlk iki aşamada salikin bilgisi ilme’l-yakin derecesinde iken, bu aşamada aynel-yakin derecesine yükselir. Salik, bu aşamada tevhidi Allah’tan başka sevilecek yoktur (la mahbube illallah) biçiminde anlar”.
Dördüncü aşama “mutmainne” aşamasıdır. Salikin nefsi bu aşamada mutmainne (tatmin bulmuş) niteliği kazanır. Mürşid salike “Hak” zikrini verir. Bu mertebede salikin seyri, seyr-i ma-Allah; hali, sekr ve sahv (kendinden geçme ve kendinde olma); alemi, ceberuttur (güçler alemi). Kimi keşif ve kerametlere ulaştığı bu aşamada salik tevhidi, tevhidin son ve mükemmel biçimi olan Allah’tan başka varlık yoktur (la mevcude illallah) biçiminde anlar.
Beşinci aşama “râziye” aşamasıdır. Salikin nefsi bu aşamada raziye (razı olmuş) niteliği kazanır. Mürşid salike “Hay” zikrini verir. Beşeri nitelikleri yok olan salik Allah ile varolma (bekabillah) hali için yetenek kazanır. Salikin bu aşamadaki makamı, raziye; hali hayret; alemi, lahut (ruhlar alemi); seyri, seyr-i fillahtır. Salik, tevhidi, Allah’tan başka varlık, maksut ve sevilen yoktur (la mevcude ve la maksude ve la mahbube illallah) biçiminde kavrar.
Salik beşinci aşamanın sonlarına doğru ilahi tecellilere tanık olarak altıncı aşamaya geçer. Bu aşamaya “marziye” mertebesi denir. Salik’in nefsi bu aşamada marziye (razı olunmuş) niteliği kazanır. Salikin makamı, marziye; zikri, “Kayyum”; hali “temkin” (yerleşme); seyri, seyr-i anillah alemi, şehadettir (görülen dünya). İlahi bir çekimle (cezbe), bilgisi aynel-yakinden hakkel-yakin derecesine yükseltilir.
Bilgisi hakkel-yakin derecesine yükselen salik son aşamaya geçer. Bu aşama “kâmile” mertebesidir. Salikin nefsi “kâmil” (olgun) duruma gelir. Salikin bu aşamadaki zikri “Kahhar”; seyri, seyr-i billah; hali, beka (Allah’ta varolma); alemi, kesrette vahdet (çoklukta birlik) ve vahdette kesrettir (birlikte çokluk). Bu aşamada salik tüm olgunlukları kendinde toplamış, artık riyazet ve mücahedeye ihtiyacı kalmamıştır. Bütün istekleri Allah tarafından karşılanır; ama o Allah’ın rızasından başka bir şey istemez.
Seyr ü sülukün ayrılmaz gereklerinden birisi de çiledir. Farsça kırk anlamındaki “çhil” kelimesinden alınan çilenin Arapça karşılığı “erbain”dir. Tarikatlarda çile, sakin bir yere çekilerek zikir, ibadet ve tefekkürle uğraşmak demektir. Genellikle adına uygun biçimde kırk gün sürer. Ancak üç günden bin bir güne kadar değişen uygulamalarına da rastlanır. Salik, çileyi mürşidin denetimi altında tamamlar. Çilenin şartlarını yerine getirmeyen salik çileden çıkar. Buna “çile kırma” denir. Çilenin tamamlanması “çile çıkarmak”, “erbain çıkarmak” deyimiyle anlatılır; çileyi tamamlayan salik de “çilekeş” adını alır.
Daha önce ya da seyr ü süluk sırasında cezbeye tutulmaları bakımından salikler çeşitli sınıflara ayrılırlar. Seyr ü süluk içinde cezbeye tutulanlar “salik-i meczub” adını alırlar. Daha önce cezbeye tutulmalarına rağmen tarikata girerek seyr ü sülukünü tamamlayan saliklere “meczub-ı salik” denir. Seyr ü süluk sırasında herhangi bir makamda takılıp kalan, cezbeye tutulmayan salikler “salik-i gayri meczub” adını alırlar. Daha önce cezbeye tutulan ve sülukü tamamlayan mutasavvıtlara da “meczub-ı gayri salik” denir. Salik-i meczub ve meczub-ı salik sınıfını oluşturan salikler mürşidlik görevini üstlenirler. Son iki sınıfı oluşturan salikler ise mürşidliğe ehil sayılmazlar.
Bütün bu kavramlar hep daha sonra ortaya çıktığı, Hz. Peygamber (s.a.s) Hulefa-ı Râşidin, Sahabe ve Tabiin, müctehid imamlar ve daha sonraki dönemlerde asla bilinmeyen ve kullanılmayan terimlerdir. Genellikle seyr-ü sulük ile Budizm’deki Mirvana arasında büyük bir yakınlık ve benzerlik görüldüğü için, bunun eski hind düşüncesinden geldiği görülmektedir.
Seyr ilallah, seyr maaltah, fena fillah, Allah’ın sıfatları ile donanma onunla ahadiyet’e yani teklik makamına ulaşma gibi anlayış ve terimlerin İslâmda, Kur’ân ve sünnette, sahabenin icmamda, büyük müctehidlerin kullandığı literatürde asla görülmeyen ve bilinmeyen terimlerdir. Bunlar zaten İslâmda yalnız mutasavvıfların kullandığı terimler olup alimler tarafından asla kaleme ve ağza alınmayan terimlerdir.
İslâm, insanları böyle aslı astarı olmayan düşüncelerden, Kur’an ve sünnette en ufak bir delili bulunmayan faraziyelerden oluşmuş dolambaçlı ve zor yollara değil; insan fıtratına eşyanın realitesine en uygun olan dosdoğru yola, sırat-ı müstakime, Şeriat-ı Muhammediyeye davet eder. Allah’ın ve Rasûlünün apaçık delillerle, ayetler ve beyyinelerle işaret ettikleri bu şeriat yolunda yürüyen mü’min, dünyada kendisine bahşedilen nimetlerden faydalandığı gibi, ahirette de sonsuz Cennet nimetlerine ve hepsinden önemlisi Allah Tebarek ve Teala’nın rızasına nail olur. İşte dosdoğru yol budur. İnsanlar bunun dışındaki yolları aramak, o dolambaçlı yollara salik olmak hususunda şer’an mezun ve me’mur değildirler.
Ahmed ÖZALP