SAKALEYN
İnsanlar ve Cinler, İns ve Cin Alemi.
Mal, ağırlık ve kıymetli şey anlamlarına gelen “sekal” kelimesinin ikili olan “sekaleyn”, insanlar ve cinler için kullanılan bir terimdir. Allah Teâlâ; Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı ele alacağız” (er-Rahmân, 55/31) ayetinde insanlar ve cinlere “es-Sekalân” diye hitap etmektedir. Bu iki topluluğa peygamber olarak gönderildiği için de Hz. Muhammed’e (s.a.s), “Rasûlü’s-Sekaleyn” denilmiştir. Bu kelime ile maruf bir de hadis vardır: Sekaleyn Hadisi. Ashabı Kiramdan Zeyd b. Erkam (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 36-37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 367, 371; Dârimî, Fedâilul-Kur’ân, I) ve Ebu Saîd el-Hudrî’den (Müsned, III, 14, 17, 26, 59) rivayet edildiğine göre Veda Haccı dönüşünde Hz. Peygamber, Humm suyu kenarında irad ettiği bir hutbede hamdü senadan sonra; “Ey İnsanlar! Ben bir beşerim, Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim de bu davete icabetim yakındır. Ben, size iki değerli şey bırakıyorum: Birincisi, Allah’ın kitabıdır ki, O’nda hidayet ve ışık vardır. Allah’ın Kitabında olanları alın, O’na sarılın” dedi ve insanları Kur’an’a teşvik ettikten sonra; “İkincisi; Ehli beytimdir ki, onlar hakkında size Allah’ı hatırlatırım” dedi ve son cümleyi üç defa tekrarladı. Yukarıda zikredilen güvenilir kaynaklarda bu hadis, birbirine yakın ifadelerle nakledilmektedir. Hadisden de anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber müslümanların, kendisinden sonra Kur’an’a sımsıkı sarılmalarını ve Ehli beyti’ne (akrabalarına) saygılı davranmalarını tavsiye etmektedir. Fakat Şia, Hz. Peygamber’in burada, Hz. Ali’nin elini tutarak;
“Bu, benim vasîm, kardeşim ve benden sonraki halifemdir. O’nun emirlerini dinleyin, O’na itaat edin” dediğini, buna rağmen daha sonra Sahabenin bunu gizlemekte ittifak ettiklerini iddia eder. Şia’nın Rasûlüllah (s.a.s)’e isnad ettikleri bu sözün aslı yoktur; bu, onların bir uydurmasıdır. Bu iddianın uydurma olduğunun delilleri şunlardır: 1) Büyük bir Sahabî topluluğu önünde yapıldığı iddia edilen bu vasiyyetin, sadece bir kişi tarafından rivayet edilip diğerlerince nakledilmemesi mümkün değildir. Çünkü, Hz. Peygamber’den duyduğu her sözü aynen nakletmeyi ibadet sayan ve bunun için en büyük titizlikleri gösteren Sahabeden hiç birinin, Hz. Ebu Bekir ve daha sonraları Hz. Ömer ve Hz. Osman halife seçilip bey’at edilirken itiraz etmemeleri ve bu hadisi rivayet etmemeleri aklın alacağı bir şey değildir. Hatta, halife tayin edildiği iddia edilen Hz. Ali Efendimiz de böyle bir şey söylememiş ve kendisinden önce seçilen üç halifeye de bey’at etmiştir. Benü Sakife gölgeliğinde halife seçimi yapılırken kendisine danışılmadığı için gücendiğinden ve bir de, Rasûlüllah (s.a.s)’ın mirası meselesinde hanımı küstürüldüğü için, Hz. Ebu Bekr’e hemen değil de, hanımı Hz. Fatıma vefat ettikten sonra, yani halife seçiminden 6 ay sonra, bizzat kendisi Hz. Ebu Bekr’in huzuruna gelerek serzenişte bulunmuş fakat ona bey’at etmiştir. Diğer taraftan Hz. Ali her üç halife ile de uyumlu bir şekilde çalışmış ve bazı devlet işlerini yürütmüştür. 2) Böyle bir iddia, Şiîlerin kendi görüşlerini desteklemek için uydurdukları pek çok hadis ihtiva eden kitapları dışında, güvenilir hiç bir kaynakta ve senedli bir şekilde geçmemektedir. Yalnız böyle bir durum dahi, o sözün uydurma oluşu için yeterli bir sebeptir (Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler, 179-186). 3) İslâmda saltanat ve hanedanlık yoktur. Şianın iddia ettiği gibi Hz. Peygamber hilafeti, Hz. Ali ve evladına tahsis etseydi, bu bir saltanat olurdu. Halbuki hilafette asl olan, istişare ile en layık olanın seçilmesidir. Kur’an da bu konularda şûrâ’yı emretmektedir (eş-Şûrâ, 42/38; Âlû Umrân, 3/159). 4) Hz. Alinin ilk üç halifeye isyan etme, Muaviye’ye karşı savaşması da hilafetin, vasiyyetle değil şûrâ ve bey’atla olduğunu gösterir. Şayet Hz. Ali Gadîrihum’da halife tayin edilmiş olsaydı, halife seçildiği gün Hz. Ebu Bekr’e, bunu başaramazsa daha sonra halife seçilenlere karşı savaşması gerekirdi. Halbuki, vasî olmadığı için böyle bir huruc yapmamıştır. Ne zaman ki müslümanlar kendisini seçip bey’at etmişler, işte o zaman Hz. Ali buna karşı çıkanlarla savaşmıştır. 5) Şianın ileri sürdüğü bu iddia Hz. Ali tarafından da kabul görmemiştir. Yaralandığı zaman Hz. Ömer’in seçtiği 6 kişilik şûrâ’nın vardığı karar Abdurrahman b. Avf tarafından önce Hz. Ali’ye, daha sonra Hz. Osman’a sunulduğunda Hz. Ali bunun kendi hakkı müktesebi olduğunu söylememiş, hatta bu konuda biraz da müstağnî davranmış ve daha istekli görülen Hz. Osman halife seçilince de ona bey’at etmiştir. 6) Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi hilafete vasiyyet edecek olsaydı bunu, yolculuk esnasında verilen bir molada değil de, bütün müslümanların toplandığı ve en son, önemli mesajlarını verdiği Veda Hutbesinde veya dönüldüğü zaman Medine’de Mescid-i Nebevî’de yapması daha uygun olurdu. 7) İslâm Tarihinde müslümanlara en büyük yarayı açan bu fitne, tarihin derinliklerinde kalması gerekirken, bugün hala bu yarayı kaşıyıp kanatmanın İslâma ve müslümanlara hiç bir faydası yoktur. Aksi doğru kabul edilse dahi, tamiri mümkün olmayan bu meselenin hükmünü Allah’a bırakarak müslümanların, birlik ve beraberliklerini daha güçlendirecek olumlu şeylere yönelmeleri daha doğru olur.
Hadis usûlü kaidelerine, tarihi gerçeklere, Kur’an ve Sünnete, selim akla göre, Hz. Ali’nin vasî tayin edilmesi meselesi uydurma bir hadistir (Aliyyul-Kâri, Mevzuat, 109; İ. Teymiye, Minhâcu’s-Sünne, IV, 118). Ancak Hz. Peygamber, Gadirihum’da yaptığı hitabede ashabına, ehli beytine iyi davranmalarını ve Kur’an’a sımsıkı sarılmalarını tavsiye etmiştir. Sekaleyn Hadisi bundan ibarettir.
Akif KÖTEN