RIFÂİLİK
Kurucusu Ahmet Rıfaî’ye nisbet edilen tarikat. Tarikatın kurucusu Ahmet Rıfaî, Irak’ta Basra ile Vasıt arasında yer alan Batâih nahiyesine bağlı Umm Ubeyde adındaki köyde, bazı tarihçilere göre; Muharrem 500 tarihinde doğmuştur (İbnul-İmad el-Hanbelî, Şezerâtu’z-Zeheb, Beyrut t.y., IV, 259). Bazıları ise onun, Basra bölgesinde bulunan Hasan köyünde Recep 512’de doğmuş olduğunu kabul ederler. Bu iki yer Batâih denilen bölge içerisinde kaldığı için o buraya nisbetle Batâihî olarak da anılmaktadır.
Ahmed Rıfaî, küçük yaşlarda babasını kaybetti. Bundan dolayı onun eğitimiyle dayısı Mansur el-Batâihî ilgilendi. Daha sonra Mansur, yeğenini Basra’ya göndererek buradaki Şafiî alimlerinden olan Ebul-Faıl Ali el Vâsitî ile dayısı Ebu Bekir el-Vâsıtî’den dersler almasını sağlamıştır. Yirmi yedi yaşında tahsilini tamamlayan Ahmed, hocası Ebul-Fazl’dan aldığı icazetle dayısı Mansur’un yanına döndü. Şeyh olan dayısı ona tarikat alametlerinden olan hırka giydirerek, ailesinin bulunduğu Umm Ubeyde köyüne gidip yerleşmesi tavsiyesinde bulundu. Bundan bir yıl sonra dayısı vefat etti ve şeyhlik makamına onun vasiyeti ile Ahmed geçti.
İbnu’l-İmad, İbn Hallıkan’ın şöyle söylediğini kaydetmektedir: “Ahmed, Şâfiî olup, salih ve fakih bir kimse idi. Fakir halk onun etrafında toplanmış ve iyiliğine inanarak ona bağlanmışlardı. Bu topluluk Rıfâîler adını almıştır. Onlara Ahmedîler ve Betâihîler de denilmektedir” (İbnul-İmad, a.g.e., IV; 260).
Ona tabi olan müridleri hakkında kaynaklar mübalağalı rakamlar vermektedirler. Bunlardan biri Sıbt b. el-Cevzî’nin “Bir Şaban gecesi yanında yüz bin kişi toplanmış olduğunu gördüm” (İbnu’İ-İmad aynı yer) şeklindeki sözüdür. Sonraları ona atfedilen kerâmet türü garip olaylarla bir ilgisinin olmadığı anlaşılmaktadır. Zira biyografisini yazanlar onun, gavs, kutb, hattâ şeyh vb. ünvanlara kesinlikle itibar etmediğini kaydetmektedirler.
Sonraki takipçileri, tarafından ona izafe edilen; yanan fırına girip oturmak veya uyumak, aslanlara binmek gibi olağanüstü haller, ne onun tarafından icad edilmiş ve ne de böyle anlamsız ve insanlara gösteriş yapmaktan başka bir şey ifade etmeyen harikuladeliklere dayanmıştır. Onun müridleri arasında yayılan bu isnatların, Bağdat’ın Moğollar tarafından işgal edilişinden sonra ortaya çıktığı ve şeyhin, şeytanın amellerinden olan bu işlerin hiç birisinden haberi olmadığı zikredilmektedir (bk. İbnul-İmad, aynı yer).
Ahmed Rıfaî 578 (1182) de vefat ettiği zaman, ona kız kardeşinin oğlu Ali b. Osman Halef olmuştur.
Rıfaîlik tarikatında diğer tarikatlarda olduğu gibi, tarikata giriş ve seyr-u sulük, belirli kurallara bağlı olarak gerçekleşir. Rıfâîler, Allah’a ulaşmanın, nefsin tezkiyesiyle mümkün olabileceğini kabul ederek dokuz merhaleden oluşan bir riyazet ve zikir programı uygularlar. Her bir merhaleye kendisine ait olan zikirle geçilir. Bunların ilk dördü çavuşluk makamı olarak kabul edilir. Sonraki beş makamsa nakîblik makamıdır. Halife tayin edilecek kimselerin bu makamları geçmiş olmaları şarttır. Ve bunlar Halvet makamına geçmiş olurlar.
Halka halinde oturup def çalmak, nevbet tutmak, bayrak açmak ve sema yapmak Rıfaîlerin zikirler esnasında uyguladıkları âdetlerdendir. Bunlara belirli manalar yüklemektedirler. Ayrıca onlar siyah sarık sarmayı sünnet kabul ederler.
Rıfaîlerin, havârık dedikleri ve senenin belirli zamanlarında bazı dervişlerin, vücutlarına şiş sokmak, kızgın demir yalamak, ateş ve cam yutmak gibi gösterdikleri olağanüstü halleri vardır. Ancak, bu ve buna benzer şeylerin İslâm dini ile mahiyet ve getireceği fayda açısından hiçbir alakası olmadığı gibi; âlimler tarafından da sürekli tenkid edilmişlerdir. Rifaî tarikatı mensupları ise, Ahmed Rıfaî’ye atfettikleri efsanevî bir olayını örnek alarak bu gösterileri manevî olgunluğun ve ermişliğin bir alameti kabul ederek devam ettiregelmektedirter. Bazı kaynakların işaret ettiği gibi şeyhe atfedilen bu tür olağanüstü haller, Rıfaîliğin ikinci döneminin başlangıcı olan Moğol istilasından sonra uydurulmuştur.
Ömer TELLİOĞLU