REY VE REY TARAFTARLARI
Reâ fiilinden mastar olan re’y görmek, inanmak, bilmek, sanmak ve sonunu düşünmek demektir. Bir isim olarak re’y; görüş, inanç, akıl, tedbir anlamlarına gelir. Daha sonra bu kelime, “mer’îyyün”; görülen ve düşünülen şey anlamında kullanıldığı gibi, terim olarak; iyice düşünüp taşındıktan ve doğru olan yönü araştırdıktan sonra ulaşılan görüş ve kanaat anlamına gelmektedir. Sahâbe ve Tâbiîler re’yi; Kitap ve Sünnetin açıkça çözüme kavuşturmadığı meseleleri, âyet ve hadislerin ışığı altında hükme bağlamak için tutulan yol olarak anlamışlardır. Fıkıh usulünde re’y, hakkında nas bulunmayan konularda şerîatin gösterdiği düşünme yollarından gidilerek yapılan aklî bir faaliyettir (İbn Kayyim, İlâmü’l-Muvakkıin, Mısır 1955, I, 66; İbn Sa’d Tabakât, Beyrut 1960, II, 15, 375, 386; İbn Hacer, el-İsâbe, I, 302).
Re’y, ikiye ayrılır. İslâm nazarında övgüye değer bulunan re’y ve kınanan re’y. İslâm’ın ruhuna uygun olup, ciddi bir araştırma ve kafa yorma ürünü olan re’yler övülmüştür. Bunlar fıkıh usulünde, ictihad derecesinde görüşlerdir.
Hubâb b. el-Münzir (ö. 19/640), Bedir savaşına çıkıldığında Rasûlüllah’a, konakladığı yeri vahiyle mi yoksa kendi re’yi ile mi seçtiğini sormuş, vahye dayanmadığı cevabını alınca sebeplerini anlatarak başka bir yer tavsiye etmişti. Bunun üzerine Cebrâil (a.s), Hubâb’ın re’yinin isâbetli olduğu, haberini getirmiştir (İbn Sa’d, a.g.e., II, 15; İbn Hacer, a.g.e., I, 302).
Hz. Peygamber Muaz b. Cebel’i (ö. 18/639).Yemen’e görevli olarak gönderirken ona; “Ne ile hükmedeceksin?” diye sormuş; Muaz da “Allah’ın kitabı ile” cevabını vermiştir. Hz. Peygamber; “Allah’ın kitabında bir hüküm bulamazsan?” buyurunca, Muaz; “Allah’ın elçisinin sünnetiyle” demiştir. Hz. Peygamber; “Onda da bulamazsan?” diye sormuş, Muaz ise; “Re’yimle ictihad ederim” cevabını vermiştir. Bunun üzerine çok memnun olan Hz. Peygamber; “Rasûlünün elçisini, Peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah’a hamd olsun ” buyurmuştur (Şâfiî, el-Ümm, VII, 273; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Tirmizî, Ahkâm, III; es-Serahsî, el-Mebsût, XVI, 69, 70).
İkinci kısma giren kınanan re’yler ise İslâm’ın ruhuna aykırı olan re’ylerdir. Hz. Ömer bu çeşit re’yleri kastederek; “Re’y sahiplerinden sakınınız. Çünkü onlar, Sünnetin düşmanıdırlar; hadisleri öğrenip hıfzetmekten aciz oldukları için re’y ile konuşurlar ve böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar” (İbn Kayyim, a.g.e., I, 63, 91 vd.). Abdullah b. Amr Hz. Peygamber’in şöyle dediğini nakletmiştir: Allah size ilmi verdikten sonra zorla söküp almaz. Ancak sizden onu, âlimleri ilimleriyle birlikte öldürerek alır ve geriye kara cahiller kalır ki, onlardan fetvâ sorulur, onlar da reyleriyle fetvâ verirler; böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar” (Buhârî, İ’tisâm, 73; İbn Mâce, Sünen, Mısır 1313 H., I,14). Bu duruma göre bazı re’yler merdûdtur. Re’yle ictihad arasındaki önemli fark da budur.
Tâbiîler devrinin sonlarına doğru “re’y”, özellikle inanç sahasında Hâricîlerin görüşü gibi bid’at inançlar; fıkıh sahasında ise kıyâsı ifade etmek üzere kullanılmıştır (Zebîdi, Tâcul-Arüs, I, 141; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, I, 21-23; eş-Şirâzî, Tabâkât, Beyrut 1970, s. 135). Daha önceden Hz. Ömer devrinde Fustat (eski Kahire), Küfe ve Basra gibi büyük İslâm şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere aralarında birçok sahâbenin de bulunduğu binlerce müslüman yerleşmişti. Diğer yandan Hz. Ömer (ö. 23/643), Abdullâh b. Mesud’u (ö. 32/652) Kûfe’ye göndermiş, Hz. Ali (ö. 40/660) de idare merkezini oraya nakletmişti. Emevîler idareyi ele alınca, özellikle onlardan memnun olmayan Sahâbe âlimleri yeniden Hicaz’da toplanmaya başladılar. Böylece, Ashâb-ı kiramdan ilim, irfan ve feyz almak isteyen Tâbiî nesli âlimleri, aradıklarını daha çok Hicaz veya Irak’ta bulmuş ve iki merkezde yerleşmiş olan Sahâbe bilginlerinin çevresinde halkalanmışlardı. Yer ve üstad farkından dolayı zamanla bu bölgelerde iki ilmî grup teşekkül etti. Merkezi Küfe olan “Irak Ekolü” ve merkezi Medîne olan “Hicaz Ekolü”. Irak ekolüne “re’y ehli” de denir. Bunların Sahâbeden olan üstadları; Hz. Ömer, Alî b. Ebî Tâlib ve Abdullah b. Mesud’dur. Hz. Ömer’in Irak ekolüne etkisi Abdullâh b. Mesud vâsıtasıyla olmuştur. Ömer Küfelilere “İbn Mesud’a ihtiyacım olduğu halde sizi kendime tercih ettim” diyor; İbn Mes’ud da “Ömer, ilmin onda dokuzunu alıp gitmiştir” diyerek takdirlerini bildiriyordu (İbn Kayyim, a.g.e., I,16,17, 20). Bu Sahâbî üstadların yetişdirdiği başlıca Küfe ekolü mensupları; Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda’, İbrahim en-Nehâî, Kâdî Şurayh b. el-Hâris, el-Esved b. Yeîıd ve Ebû Hanife’nin hocası Hammad b. Ebî Süleyman’dır.
Ebû Hanîfe’nin temsil ettiği re’y ekolünün önemli özellikleri şunlardır: Bunlar Sünneti reddetmez, onu da delil olarak kabul ederler. Fakat hadis kaynağı olan Hicaz’dan uzakta bulunmaları ve kendi devirlerinde uydurma hadislerin yaygınlaşması üzerine, hadisin sıhhati konusunda titiz davranırlar. ve rivayetinden çekinirler. Hz. Ali’nin râvîlere yemin ettirmesi, Abdullah b. Mesud’un hadis rivâyet ederken sararıp titremesi ve “yahut Hz. Peygamber’in dediği gibidir” cümlesini eklemesi bu tedbir ve çekingenliğin örnekleridir. Buna karşılık Küfelîler kıyas, istihsan ve maslahat gibi re’ye dayanan usullerle hüküm ve fetvâ vermekten çekinmezler. Meseleler meydana gelmiş olsun veya olmasın müzâkere edilmeli ve hükme bağlanmalıdır. Bunlar kendi üstadlarına çok bağlı ve re’ye fazla yer vermekle birlikte sahîh bir hadisle karşılaşırlarsa hemen re’yi terkedip hadisi tercih ederler. Ancak Ebû Hanîfe âhad haberi, yani tek râvili hadisleri şu şartlarla kabul eder: a) Râvinin amelinin, rivâyet ettiği Sünnete uygun olması; b) Râvînin güvenilir ve fakîh olması (İbn Kayyim, a.g.e., I,14-22; Dârimî, Sünen, I, 83-84; Şah Veliyullâh, Huccetûllah, Seyyid Sâbık Mısır 1966, s. 6,10 vd.; Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, s. 108-111). Meselâ, Ebû Hüreyre (ö. 57/676)’nin rivâyet ettiği “Birinizin kabına köpek batarsa, birisi temiz toprakla olmak üzere yedi defa yıkasın” (Buhârî, Vüdû, 33; Müslim, Tahâre, 89, 91, 92, 99) hadîsini Ebû Hanife kabul etmez. Çünkü Ebû Hüreyre bu hadisle amel etmez ve böyle bir kabı üç defa yıkamakla yetinirdi. İşte bu durum, o hadisi rivâyet yönünden zayıflatmakta, hattâ onun Ebû Hüreyre’ye nisbetini dahi şüpheli bir duruma sokmaktadır.
Merkezi Hicaz olan eser veya hadis ehlinin, oradaki temsilcisi ise Mâlik b. Enes’tir (ö. 179/795). Fazlaca hadis rivâyeti yapılan bir bölgede bulunması onun ehl-i hadis veya ehl-i eser sayılmasına neden olmuştur. İmam Mâlik Kitap ve Sünnet yanında Medînelilerin amelini de delil olarak alıyor ve âhad haberleri, ancak Medînelilerin ameline ters düşmemesi şartıyla kabul ediyordu. Çünkü o, Medînelilerin dinî işlerle ilgili uygulamasını, Hz. Peygamber’e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin kişiden rivâyeti sayar ve bunu “meşhûr hadîs” derecesinde görür (Ebû Zehra, a.g.e., s. 109, 110).
Hicaz ve Irak bölgelerinde gelişen bu fıkıh ekollerini birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Çünkü re’yci ve Küfeli olarak tanınmış Alkame (ö. 62/682), İbrahim en-Nehâî (ö. 96/914) ve Ebû Hanîfe gibi müctehidler sıhhat şartları bulununca âhad haberi de kabul ve tatbik etmişlerdir. Yine Medîneli ve eserci olarak tanınan Saîd b. el-Müseyyeb (ö. 94/712), ez-Zuhrî (ö. 124/741), Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), İmam Şafii (ö. 204/819) ve Mâlik b. Enes (ö. 179/795) gibi müctehidler de re’y ve kıyası uygulamışlardır (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda İctihad, Ankara 1975, s. 109).
Bu iki ekolün ictihad ve ihtilafına şunları örnek verebiliriz:
a. Küfe ekolü, cehrî olsun hafî olsun, imama uyularak kılınan namazda cemaatin kırâatini uygun bulmuyor. Bu konuda Câbir b. Abdillâh’ın (ö. 74/693) rivâyet ettiği “Kim bir imama uyarak namaz kılarsa, imamın okuyuşu ona yeterlidir” hadîsi ile, Hz. Ali’nin (ö. 40/660) “İmanın arkasında okuyan, çirkin hareket etmiş olur” sözüne dayanır (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarâbâd 1966, I, 375-377).
Medîne ekolü ise cehrî namazlarda okunmamasını, hafî namazlarda ise okunmasını tercih eder. Dayandıkları deliller şunlardır: Abdullah b. Ömer (ö. 74/693) “Biriniz imama uyarak namaz kılarsa ona imamın kırâati yeterlidir” demiş; Ebû Hüreyre’nin naklettiği bir hadiste de, cehrî olarak kılınan bir namazda, Hz. Peygamber cemaatten birinin Kur’ân okuduğunu işitmiş; kendi okumasını zorlaştırdığı için, namaz sonunda onu bundan menetmişti. Bundan sonra halk cehrî namazlarda imamın arkasında okumayı terketmişlerdi (Mâlik, Muvatta ; I, 44).
b. Re’y ehlinden İbrahim en-Nehâî Hz. Peygamber’in namazda, yatırılan sol ayak üzerine oturduğunu ifade eden rivâyetlere dayanıyor. Eser ehlinden el-Kâsım b. Muhammed (ö. 102/720) ise namazda oturuş şeklini çevresindekilere gösterirken, sağ ayağını dikiyor ve sol kabası üzerine oturuyor. Bunu yaptıktan sonra da Abdullah b. Ömer’in aynı şekilde yaptığını naklediyor (Mâlik, a.g.e., II, 47). Buna göre, her bölge, kendi üstadlarından elde ettiği bilgiyi nakletmiş ve uygulamıştır.
c. Yine iki ekol arasında mahkemede, tek şahid ve bir yeminle karar verilebileceği konusunda ihtilaf edilmiştir. Medine ekolü “Hz. Peygamber’in bir şahid ve bir de yeminle hükmettiği” rivâyetini esas alarak uygulamada bulunmuştur.
Küfe ekolü ise, “iki erkek şâhidin şâhitliğini alın, iki erkek bulunamazsa bir erkek ile iki kadının şâhitliği de olur” (el-Bakara, 2/282) meâlindeki âyet ile, “Beyyinenin davacıya, yeminin ise davalıya âit olduğunu” bildiren hadîse dayanarak, “Bir şâhid ve bir yeminle hüküm verme” görüşünü kabul etmez. Diğer yandan Küfeliler; “Şâhid ve yeminle hüküm verme” hadisini sağlam bir yoldan işitmemişlerdir (Şâfiî, el-Ümm, VII,182; Zeylâî, Nasbü’r-Râye, IV, 95 vd.).
Sonuç olarak vahiy ve Sünneti akıl ve tecrübe ile yorumlayan ve toplumda karşılaşılan problemleri toplum yararı yönünde çözmeye çalışan re’y veya Irak ekolü İslâm hukukuna akılcı bir dinamizm kazandırmış, yüzyıllar boyunca uygulamayı kolaylaştırmıştır. Ancak gelişen ve değişen hayat şartları karşısında bu dinamizmin de yenilenmesi ve geliştirilmesi gereklidir.
Hamdi DÖNDÜREN