RAVZA-İ MUTAHHARA
Ravza, bahçe ve cennet anlamlarına gelir. Ravza-i Mutahhara geniş anlamıyla, âlemlerin Efendisi Hz. Muhammed (s.a.s)’in medfün bulunduğu yer ve Mescid-i Nebi demek ise de, özel manasıyla Mescid-i Nebi’nin içinde Hz. Peygamber (s.a.s)’in kabr-i saadetleriyle minber-i şerif arasında kalan kısım demektir. Bu yer 10 m. genişliğinde ve 20 m. uzunluğunda 200 m2 lik bir sahadır. Bu alanın fazileti ile ilgili olarak Allah Resulu şöyle buyurur: “Evimle minberim arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir” (Tecrid-i Sarih Tercümesi, IV, 268).
Medine’de bulunan Mescid-i Nebi’nin fazileti hakkında Allah elçisi şöyle buyurur: “Fazla sevap umarak, içinde namaz ve ibadet için şu üç mescid dışında hiç bir mescid için yolculuk yapmak uygun olmaz: Mescid-i Haram, Mescid-i Nebî ve Mescid-i Aksâ” (Tecrid, IV,199); Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram dışında, diğer mescidlerde kılınan bin namazdan (sevap yönüyle) daha hayırlıdır” (Tecrid, IV, 249). Zikredilen faziletleri bünyesinde bulunduran mescidde, Hz. Muhammed (s.a.s)’in medfûn bulunduğu “Hücre-i Saadet”, Kâbe dahil yeryüzünün her noktasından, göklerden ve arştan daha üstün ve şerefli kabul edilmiştir (Tecrid, IV 258). Kabr-i saadetlerini ziyaretin faziletiyle ilgili olarak şu iki hadis zikredilir: “Kabrimi ziyaret edene şefaatim sabit bir hak olur” ; Kim ki, beni vefatımdan sonra ziyaret ederse, hayatımda ziyaret etmiş gibidir” (Acluni, Keşful-Hafâ, Beyrut 1351, II, 250). Bu hadisler göz önüne alınınca, Medine’de Hz. Peygamber (s.a.s)’in kabrini ziyaret etmenin ve bu Mescid’de namaz kılmanın sevabı kendiliğinden ortaya çıkar. Bundan dolayı müslümanlar, gerek hac ve gerekse umre için yaptıkları seyahatlarda bu mübarek yerin ziyaretine çok önem verir. Bu mescid ve kabri ziyaret, İslam âlimlerince mendûb bir amel olarak kabul edilmiştir. Öte yandan Hanefi bilginleri, mâlî durumları elverişli olan kimseler için bu ziyareti vâcib derecesinde saymışlar; bir zaruret olmaksızın terkedilmesini büyük bir gaflet ve katı yüreklilik olarak kabul etmişlerdir.
Mescid-i Nebî ve kabr-i saadetin hac ibadetinden önce veya sonra ziyaret edilmesi caizdir. Ancak Medine-i Münevvere, hacının yolu üzerinde bulunmadığı takdirde yapılan hac farz ise, merkad-i saadetin hacdan sonra ziyaret edilmesi daha uygun görülmüştür. Böylece günahlardan arınılmış halde Hz. Peygamber (s.a.s)’in huzuruna çıkılmış olur. Fakat Medine, Mekke’ye giderken hacının yol uğrağı ise, önce Resulullah’ın kabr-i şerifini ziyaret etmek gerekir. Bu durumda kabr-i saadetin ziyaretini hacdan sonraya bırakmak, kişinin katı yürekli olduğuna işarettir. Eğer yapılan hac nafile ise, kabr-i saadetin hacdan önce veya sonra ziyareti arasında fark yoktur. Her hacı kendi durumuna göre hareket etme serbestisine sahiptir.
Hac veya umre yapmak amacıyla Medine’ye gelen kişi, temiz elbiseler giyer, güzel kokular sürünür, salavât-ı şerife getirerek Mescid-i Nebi’ye “Bâbü’s-Selâm” veya “Bâb-ı Cibril” denilen kapıların birinden girer. İki rekât “Tahıyyetül-Mescid” kılar. Eğer namazı imkan bulursa Resulullah (s.a.s)’ın mihrabı yanında, mümkün olmazsa minber veya mihraba yakın bir yerde, bu da mümkün değilse “Ravza-i Mutahhara” denilen kabr-ı saadet ile minber arasında kalan kısımda kılar. Burada yer bulunamadığı takdirde Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında yapılan Mescidin herhangi bir yerinde kılmak efdaldir. Bu da mümkün olamıyorsa, Mescidin sonradan genişletilen kısımlarında uygun bir yerde kılınabilir.
Tahiyettül-mescidden sonra, bu saadete erişmesi sebebiyle iki rekât da “şükür namazı” kılar ve istediği duaları yapar. Sonra da tevâzu ve âdâbına uygun olarak Hz. Muhammed (s.a.s)’in kabr-i saadetine yaklaşıp başı hizasında durarak, Resulullah’ın kendisini gördüğünü ve sözlerini duyduğunu düşünerek selâm verip dua okur.
Ravza-i Mutahhara adı verilen alan içinde “Ebu Lübâbe” ve “Hannâne” adında direkler vardır. Bu direklerin neye işaret olduğunu şöyle anlatmak mümkündür: Ebu Lübâbe, Ensardan ve Evs kabilesindendir. Kureyzaoğulları savaşında, düşmana, teslim olmaları halinde kendilerine verilecek cezanın ölüm olacağını işaret etmiş olduğundan kendisini, suçluluk psikolojisi içinde Mescid-i Nebî’de bir sütuna bağlattı. Tövbesi kabul edilip Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından çözülmedikçe bağını hiç kimseye çözdürmeyeceğine ve bir şey yiyip içmeyeceğine yemin etmişti. Yedi gün bağlı kaldıktan sonra tövbesi kabul edilmiş ve bağını Resulullah (s.a.s) çözmüştür. Ebu Lübâbe’nin kendisini bağlattığı direğin yerindeki sütuna hâlen “Üstüvâne-i Ebu Lübâbe” denilmektedir.
Üstüvâne-i Hannâne, Mescid-i Nebi’de minber yapılmadan önce Hz. Peygamber (s.a.s)’in dayanarak hutbe okuduğu hurma kütüğüdür. Daha sonra minber yapılıp Resul-u Ekrem oradan ayrılınca ve hutbeyi minberde okumaya başlayınca bu hurma kütüğü ağlar gibi ses çıkardı. Hz. Peygamber minberden inip mübarek eli ile onu mesh ettikten sonra sesi kesilmişti. Bu kütüğün bulunduğu yerdeki sütuna “Üstüvâne-i Hannâne” (Ağlayan sütün) adı verilmektedir (Abbas Kerrâre, Mekke – Medine Tarihi, çev. Abdullah Öz, İstanbul 1982, s. 247-253; M. Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet, İstanbul, 1982, V, 339-343; Mahmud Esad, Tarih-i Din-i İslâm sad. A.L.-Kazancı – O. Kazancı, İstanbul 1983, s. 693; Hüseyin Algül, İslâm Tarihi, İstanbul 1986, I, 416).
Mefail HIZLI