RÂSİHÛN
Sağlam, metin, sarsılmayan kimseler; ilimde derinleşmiş olan, tahkik derecesine ulaşan ve bilgisinde şüphe aranmayan otorite ilim adamları; r.s.h. kök fiilinden gelen “rasih” ismi failinin çoğulu. Arapça’da r.s.h. (reseha) kök olarak sarsılmadan sabit durmak anlamındadır. Ayrıca yağmurdan meydana gelen rutubetin yerin derinliklerine inmesi demektir.
Taberî (öl. 310/922), râsihün’u, ilmini sağlam kılan, onu hakkıyla kavrayıp bilgilerine şek ve şüphe karışmayanlar olarak tarif ettikten sonra Peygamber (s.a.s)’in onları “yeminlerine bağlı, sözleri doğru, kalbleri de hak yol üzere bulunan ve haram yemeyenler” olarak tanımladığını anlatan rivâyetler nakletmektedir (Taberî, Câmiul-Beyan an Te’vili Âyâtil-Kur’an, Beyrut 1988, III 184-185).
Elmalılı Hamdi Yazır ise, onları; “İlimde derinleşmiş, eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, bildiğini bilmediğini birbirinden ayırdedebilen, bildiklerini esas alarak, bilmediklerini mümkün mertebe çözebilen ince kavrayışlı ilim erbabı” olarak tanımlamaktadır (Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1979, II, 1044).
Râsihûn kelimesi Kur’an’da iki yerde geçmektedir:
Kitabı sana O indirdi. O’nun bazı ayetleri muhkemdir, bunlar, Kitabın anası (temeli)’dir. Diğerleri ise müteşâbihtir. Kalplerinde bir yamukluk bulunanlar sadece onun müteşâbih olanlarının ardına düşerler; fitne aramak, te’vilini aramak için… Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir. İlimde râsihûn (derinlik sahibi) olanlar da derler ki; İnandık, hepsi Rabbimizden… Ne var ki akl-ı selim sahiplerinden başkası düşünüp anlamazlar” (Âl-i İmran, 3/7);
Fakat içlerinden ilimde râsih (derinlik sahibi) olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar. Onlar, namazı kılanlar, zekâtı verenler, Allah’a ve ahiret gününe inananlar… İşte onlara büyük bir mükâfat vereceğiz ” (en-Nisâ, 4/ 162).
Her iki ayette de “râsihûn” kelimesiyle, imanı kuvvetli âlimler kastedilmektedir. İkinci ayette “râsihûn” ile, Abdullah b. Selâm, Ka’bul-Ahbâr gibi önce yahudi iken sonra müslüman olmuş derin ilim sahipleri kastedilmektedir (Kurtubi, el-Câmi’li Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut 1965, VII, 13). Nisa suresinin 160. ayetinde helal olan bazı şeylerin, zulümleri sebebiyle yahudilere haram kılındığı anlatılmaktadır. Bu ayet indikten sonra yahudiler buna itiraz etmiş ve bu şeylerin zulümleri sebebiyle değil, önceden haram kılınmış olduğunu iddia etmişlerdir. Sözkonusu ettiğimiz ayet, onların bu iddialarını reddetmekte ve onlardan müslüman olan râsihûnu şahit göstermektedir. Ayetin bu konuyu işlediği hususunda âlimler ittifak halindedir. Alimler arasında ihtilaf konusu olan husus, Âl-i İmran suresinde geçen ayetteki rasihûn’un konumudur: Râsihûn, müteşâbihâtın te’vilini biliyor mu, bilmiyor mu? Ayrıca bu ayetteki “te’vil” kelimesinin ne anlamda kullanıldığı da ihtilaf konusu olmuştur.
Ayette ihtilaf konusu olan meselelerden biri de, ayetteki durağın nerede olması gerektiği hususudur.
Yukarıda verdiğimiz meâl, durağın lafza-i celal üzerinde olduğunu kabul eden görüşe göredir. Şayet durak “er-râsîhüne fil-ilm” üzerinde olacak olursa, ayetin meâli şöyle olacaktır: … Halbuki onun te’vilini ancak Allah ve ilimde râsih (derinlik sahibi) olanlar bilir…”
Selefin büyük çoğunluğu, durağın lafza-i celâl üzerinde olması gerektiği ve ayetin sonrasının ayrı bir cümle olduğu görüşündedir (Taberî, a.g.e., III, 182-183). İbn Abbas, Ubeyy b. Ka’b ve İbnu Mes’ud’dan rivâyet edilen kıraat budur (Taberî, a.g.e., III, 183-184; İbn Hacer el-Askalânî, Fethul-Bârî li Şerhil-Buhârî, el-Matbaatu’s-Selefiyye, VIII,210).
Müteahhirûn dediğimiz sonraki âlimler ise, genelde durağın “er-râsihüne fil-ilm” üzerinde olması gerektiğini söylerler. Böylece onlara göre “râsihûn”, müteşâbihin te’vilini bilirler. Ne var ki dil açısından bu iddia tutarlı görünmemektedir.
Ayette ihtilaf konusu olan hususlardan birinin de “te’vil”in ne anlamda kullanıldığı meselesi olduğunu belirtmiştik. Selefe göre burada “te’vil”, sonuç ve âkibet manasında kullanılmıştır. Yani onlara göre buradaki te’vil, tefsir anlamında değildir. Râsihûn, müteşâbihin manasını bilirler ama, bunun delili bu âyet ve bu ayetteki durağın nerede olacağı meselesi değildir. Kur’an anlaşılmak üzere inmiştir ve buna müteşâbihler de dahildir (M. Sait Şimşek, Kur’an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, İstanbul 1991, s. 51-52).
Sonraki âlimler arasında ise, te’vilin yaygın anlamı şöyledir: “Başka bir anlama delalet ettiğine dair bir delilden dolayı, lafzı, asıl manasından, gerektirmediği başka bir manaya hamletmektir” (İbnul-Cevzî, Ebul-Ferac; Nuzhetul-Ayunu’ Nevâzır fî İlmil-Vucüh ve’n-Nezâir, Beyrut 1985, s. 216).
Bu duruma göre gerek selef ve gerek sonraki âlimlere göre müteşâbihlerin anlam ve tefsirini râsihün olan âlimler bilirler. Sonraki âlimler, buna ilave olarak, te’vile verdikleri anlam doğrultusunda râsihûnun, müteşâbihlerin te’vilini de bildiklerini söylerler. (M. Sait ŞİMŞEK)