NÜZÛL
İnmek” anlamına gelen bir usul-ü tefsir terimi. Allah Teâlâ hakkında hadislerde “yenzilü: İner”, Kur’an-ı Kerim’de ise, “cae:(geldi)” ve “ye’tî:(gelir)” lafızları kullanılmaktadır. Şöyle ki:
“Melekler sıra sıra olduğu halde Rabb’in geldi” (el-Fecr, 89/22)
“Onlar, buluttan gölgeler içinde Allah’ın ve meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini bekliyorlar değil mi? Halbuki bütün işler tekrar Allah’a döndürülüp götürülecektir” (el-Bakara, 2/210).
Hadis-i şeriflerde de:”Yenzilürribana ilessemaiddünya…” “Rabbimiz dünya göğüne iner…” buyurulmaktadır (Buhârî, Teheccüd, 14; Müslim, Misafirîn,168-170; Ebû Davud Sünne,19; Tirmizî, Salâ, 211; İbn Mâce, İkame, 182; İbn Hanbel, Müsned II, 264, 266).
İbn Hacer (öl. 852/1448) Buhârî şerhinde “Nüzûl”un ne anlama geldiği konusunda ihtilâf vardır” demektedir.
Kimi, bu sözü hakikat ve zahiri üzere alır ki, bunlar Müşebbihe’dir. Allah onların bu görüşlerinden münezzehtir.
Kimi, nüzûl ile ilgili hadislerin sahih olmadıklarını söyler ki, bunlar, Haricîlerle, Mutezile’dir.
Kimi, bu hadislere mücmel olarak inanır, onları te’vil etmez ve onları olduğu gibi kabul eder; ancak Allah’ı keyfiyet ve teşbihten de tenzih eder. Selefin cumhuru bu görüştedir.
Kimi, Arap dilinde kullanılan uygun bir tarzda bu hadisleri te’vil eder.
Kimi de tevilde aşırı giderek neredeyse tahrif derecesine varır. (İbn Hacer, Fethu’l Bârî, el Matbaatu’s-Selefiyye, III, 30).
Ehl-i sünnet âlimlerinin meseleye bakışları, diğer fiilî sıfatlara bakışları gibidir. Selef tevile dalmazken, müteahhirûndan kelâmcılar tevil yolunu seçmişlerdir. Meteahhirûndan Fahruddin er-Râzî (öl. 606/1209), nüzûl ile ilgili ayet ve hadisleri naklettikten sonra te’vil gerekçesini özet olarak şöyle anlatır:
Allah, gelip-gitmekten münezzehtir. Çünkü gelip-gitmek, ancak sonradan meydana gelmiş şeyler hakkında geçerlidir. Allah hakkında bunun varlığım kabul etmek, kadîm olduğunu reddetmek anlamına gelir.
Bir mekândan başkasına intikal eden varlık, sınırlı bir varlıktır. Allah ise, sınırsızdır.
Allah hakkında gelip gitmeyi kabul edecek olursak Ay ve Güneşin ilâh olmadıklarını ispatlayamayız. Nitekim Hz. İbrahim, yıldızların, ay ve güneşin ilâh olmadıklarını söylerken, “lâ uhibbul-âfılîn”demişti. Ufül’un anlamı, yok olup tekrar geri gelmekten başka bir şey değildir (Râzî, Esasu’t-Takdis fi ilmil-Kelâm, Mısır 1935, s. 102). Râzî, ayetlerde Allah hakkında kullanılan “gelme” lafzının ise, yerine göre “Allah’ın azabının gelmesi”, “emrinin gelmesi”, “rahmetinin gelmesi” gibi anlamlarda olduğunu söyler (a.g.e., s. 110).
Selef âlimleri, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bu nassları te’vil etmekten kaçınmışlardır. Onların bu tavırlarını savunan âlimler, te’vile sapmış olanlara şiddetle karşı çıkarlar ve te’vilin tahrif anlamına geldini söylerler. Fudayl b. İyâz, şöyle der: “Cehmiyeye mensup biri sana: “Ben yerinden aşağıya inen bir rabbı reddederim” derse, sen de, de ki: Ben de, dilediğini yapan bir Rabba inanıyorum” (Zeynu’d-Din Meri el-Kermî el-Makdisî, Akavîlu’s-Sikat fî Te’vîlil-Esmâ’ ve’s-Sıfât, Beyrut 1975, s. 200-201).
İmamul-Haremeynin babası Cüveynî de, te’vile karşı çıkarken şöyle demektedir:
“İstivâ’yı, istilâ; nüzûl’ü, emrin inmesi; iki eli, iki nimet, iki kudret olarak te’vil eden şu kelamcılar, Rabb’ın sıfatlarını ancak yaratıkların sıfatlarına uygun şeylerle anlıyorlar. Onlar, Allah’a yaraşır bir istivâ’yı, O’na yaraşır bir nüzûl’ü, keyfiyet ve teşbihe sapmaksızın Allah’ın azametine yaraşır iki eli anlayamadılar. Bu sebeple kelimelerin yerlerini değiştirip tahrif ettiler. Allah’ın, kendisini ve Peygamberi’nin O’nu onlarla vasıfladığı şeyleri ta’til ettiler
Hiç şüphesiz bizler de, onlar da Allah hakkında Hayat, Semi’, Basar, İlim, Kudret, İrade, Kelâm gibi sıfatları kabul ediyoruz. Yine hepimiz kesin olarak biliyoruz ki; hayat, semi’, basar ve ilimden ancak organlarımızın faaliyeti sonucu ortaya çıkan arazlara aklımız eriyor. Hani şöyle derler: Allah’ın Hayat’ı, İlim, Semi’ ve Basar’ı araz değildir. Aksine, Allah’a yaraşır sıfatlardır, biz yaratıklara yaraşır şekilde değil, Allah’ın yücelerde oluşu -fevkiyet- istivâ’sı, Nüzûlü ve benzeri şeyler de aynen öyledir. Bütün bunlar, kula yaraşan bir hareket ya da bir yerden başkasına intikal keyfiyetiyle olmaksızın, aksine, Allah’ın azamet ve celâline yaraşır şekilde sabit ve malumdurlar. Çünkü Allah’ın sıfatları mücmel olarak ve subût açısından malum, fakat nasıllık ve tarif edilip sınırlarının çizilmesi açısından akılla bilinemezler. İstivâ ve Nüzûl ile, Semi’ ve Basar arasında bir fark yoktur. Hepsi de nassla sabittir. Kelâmcıların İstivâ ve Nüzûl’ü kabul etmekle Allah, yaratıklara benzetilmiş olur savına karşı Selefiler Semi’ ve Basar’ı kabul etmekle de Allah yaratıklarına benzetilmiş olmaz mı? Bu da arazla vasıflanışı demek değil midir? derler. Kelamcılar “bunda araz yoktur, aksine, Allah’a yaraşır bir Semi’ ve Basar’ı kabul ediyoruz” dediklerinde selefiler; “o zaman biz de: Allah’a yaraşır bir İstivâ ve Nüzûlü kabul ediyor ve bunu söylüyoruz”, derler” (Cüveynî, “İsbâtül-İstivâ vel-Favkıyye”, er-Rasâilul- Müniriyye isimli derleme, Beyrut 1970, I, 181-182).
Hanefî ekolünün öncüsü Ebû Hanife’ye, Nüzûl hakkında bir soru yönetildiğinde: “Allah, keyfiyetsiz olarak iner” karşılığını vermiştir” (İbnu Ebil-İzz el-Hanefî, Şerhu Akideti’t-Tahâviyye, Beyrut 1988, s. 223).
M. Sait ŞİMŞEK