NAKLÎ DELİL
Delil; bir işi, bir hâli gösteren, irşad eden, yol gösteren, kendisiyle irşad yapılan şey demektir. Bir İslâm hukuku terimi olarak delil; üzerinde iyice düşünerek, haber cinsinden istenilene ulaşmayı mümkün kılan şeydir. Haber cinsinden istenilen şey ise “şer’î hüküm” adını alır. Bazı bilginler delilin, kesin bir şekilde şer’î hükme ulaştırıcı nitelikte olmasını şart koşarlar. Bu bilginlere göre, şer’î hükme zannî bir şekilde ulaştırıyorsa bu delil değil, “emâre” sayılır. Ancak çoğunluğun görüşüne göre, delil kesin olsun zannî (ihtimalli) bulunsun, kendisinden şer’î amelî (pratiğe ait) hükmün çıkarıldığı şeydir (el-Âmidî el-İhkâm fi Usûlil-Ahkâm, Mısır 1914, III, 11; el-Cürcânî, el-Tarifât, “Delil” mad.).
İslâm’da ibadet, muâmele ve cezâ hukuku ile ilgili amelî meseleleri ve akîde konularını hükme bağlamada kaynak teşkil eden delillere “Şer’î delil” denir. Kitap, Sünnet, İcmâ, Kıyas, İstihsan, Mesalih-i Mürsele gibi.
Deliller nakle ve re’ye (akla) dayanışına göre naklî ve aklî deliller olmak üzere ikiye ayrılır. Naklî deliller, Kitap ve Sünnet’ten ibarettir. Ancak icmâ, sahâbe görüşü ve bizden önceki şeriatlar da teşrî kaynağı olarak naklî delil sayılır. Bunların naklî delil olması, hiçbir kimsenin görüş ve düşüncesinin payı bulunmadan şâriin maksadını orijinal şekliyle aktarmasından dolayıdır.
Aklî deliller ise, görüş ve düşünceye dayanan, temelde kıyastan ibaret olan delillerdir.
İstihsan, maslahat (kamu yararı) ve istishab ve kıyâs’a dayanır. Aklî deliller, Allah ve Resulünden nakledilmiş bir duruma değil, görüşe ve düşünceye dayandığından bu ismi almışlardır.
Bu iki çeşit delil birbirine bağlı ve muhtaçtır. Çünkü Allah ve Resulünden nakledilen bir delili kullanırken, aklın devreye girmesi ve düşünme mutlaka gereklidir. Yine, re’y, görüş ve akıl yürütme temelde nakle dayanmadıkça geçerli olmaz. Çünkü tek başına aklın, hükümlerin teşrîinde bir yeri yoktur (eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, III, 41).
Tüme varım yoluyla hükümlerin kendilerinden elde edildikleri delillerin dört olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Kur’an, Sünnet, İcmâ, Kıyas. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğu bu dört delilin, delil gösterilebileceğinde birleşmişlerdir. Temelde Sünnet de delil olma bakımından Kur’an-ı Kerîme dayandığı için, bütün naklî ve aklî delillerin aslı Allah’ın Kitabıdır. Bu yüzden çözüm bekleyen bir mesele ortaya çıktığı zaman, önce Kur’an’a bakılır. Kur’an’da bir hüküm bulunmazsa Sünnette, Sünnette de bulunmazsa, icmâ’ya başvurulur. Bununla da mesele halledilemezse Kur’an ve hadîste bulunan bir hükme kıyas yaparak bir çözüme varılmaya çalışılır.
Ayette şöyle buyurulur:” Ey iman edenler Allaha itaat edin, Peygambere ve sizden olan Ulul-emr’e itaat edin. Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız- bunu Allah’a ve Peygamber’e döndürün. Bu en iyi ve güzel yorumdur” (en-Nisâ, 4/59). Burada, “Allah’a ve Peygamber’e itaat et” demek, “Kitap ve Sünnete uy” demektir. Müslümanlara kendilerinden olan yöneticilere itaatı emretmek, müctehidlerin birleştiği hükme uymaya emirdir. Çünkü onlar, müslümanların teşrî işini yürüten kimselerdir. Tartışmalı konuları Allah ve Resulüne döndürmek âyet, hadis ve icmâ’nın olmadığı yerde kıyasa uyulmasını gerektirir. Çünkü kıyas, hakkında nass olan ortak nitelikli başka bir meseleyi çözüme bağlamaktır.
İslâmî problemleri çözmede delillerin bu sıraya göre kullanılması gereği Muaz İbn Cebel hadisinde belirtilir. Hz. Peygamber (s.a.s), Muaz b. Cebel’i (Ö. 18/639). Yemen’e gönderirken aralarında şu konuşma geçmiştir: Hz. Peygamber; “Sana hüküm vermen için başvurulduğunda nasıl hüküm vereceksin? diye sormuş, Muaz; Allah’ın Kitab’ı ile, diye cevap vermiştir. Hz. Peygamber; Allahın Kitabında bulamazsan, buyurunca, Muaz: Resulünün Sünneti ile, demiştir. Hz. Peygamber; Sünnette de bir çözüm bulamazsan, buyurunca, Muaz; Re’yimle ictihad ederim, cevabını vermiştir. Allah’ın elçisi elini O’nun göğsüne koymuş ve şöyle buyurmuştur: Allah’a hamdolsun, Allah’ın elçisinin elçisini, Allah’ın elçisinin razı olacağı şeye muvaffak kıldı” (Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizî, el-Ahkâm, 3; Şafii, el-Ümm, VII, 273).
Mihsanoğlu Meymun’dan şöyle dediği nakledilmiştir: “Hasımlar Hz. Ebû Bekir (r.a)’a geldikleri zaman, Allah’ın kitabını incelerdi. Aralarındakine hükmedecek bir şey bulursa onunla hükmeder, Kitapta bir şey yoksa bu mesele hakkında Allah’ın elçisinden bir sünnet biliyorsa, onunla hükmederdi. Onda da aradığını bulamazsa Ashâb-ı kiramın önde gelenlerini toplar, onlarla istişare ederdi. Bir konuda görüş birliği (icmâ) olursa onunla hükmederdi. Ömer (r.a) de böyle yapardı” (İbnül-Kayyim, İ’lâmü’l-Muvakkıîn, I, 51; Abdülkerîm Zeydân, el-Vecîz. İstanbul 1979, s. 122-123).
Hz. Ömer Kûfe’deki kadısı Şurayh’a şöyle demiştir: “Allah’ın Kitabı ile hükmet. Onda hüküm bulamazsan, Allah Resulünün sünneti ile hükmet. Onda da aradığını bulamazsan, doğru yol üzerindeki imamların görüşlerinden sana doğruluğu açık olanla hükmet. Yine aradığını bulamazsan ictihad et. İlim, istikamet ve salâh sahibi kişilerle istişarede bulun”. Abdullah b. Mes’ud (r.a)’da bunun benzerini söylüyordu (İbnül Kayyım, a.g.e., I, 52, 171).
Bu duruma göre naklî delillerin, İslâmî problemleri çözmede öncelik niteliği vardır. Önce naklî delillere bakılır. Bunlarda açık bir hüküm bulunmazsa aklî delillere göre problem çözümlenir.
Hamdi DÖNDÜREN