MÜTEAHHİRUN
Sonradan gelenler anlamında bir fıkıh terimi. Karşıtı “Mütekaddimun”dur. Mütaahhirun’a “Halef”, Mütakaddimun’a “Selef” ismi de verilmektedir. Bu ayırım daha çok EhL-i Sünnet mensupları hakkında kullanılmaktadır.
Müteahhirun tabiri genelde hicrî üçüncü asırdan ve özellikle beşinci asırdan sonra gelen âlimler hakkında kullanılır. Mütekaddimun ve Müteahhirun ayırımı sadece zaman unsurunu ilgilendiren bir ayırım değildir. Üçüncü asırdan sonra gelen âlimler nitelik bakımından da Mütekaddimun’a nazaran birtakım farklılıklar arzederler. Hattâ Mütekaddimun dönemine İslâm hukukunu canlı tuttuklarından dolayı “Müctehidler devri” adı verilmektedir. Bunun sonucu olarak İslâm düşüncesinde de bir takım farklılıklar ortaya çıkmıştır. Bu durum ayrı ayrı her alim hakkında sözkonusu olmamakla birlikte, genelde kullanılan bir terim olmuştur.
Nitelik bakımından ilk üç asırda yetişmiş alimler ilim yönünden daha yetkili ve faziletçe daha üstündürler.
Müteahhirun döneminde İslâm düşüncesi alanında ortaya çıkan farklılıklara gelince:
Hz. Osman’ın öldürülmesiyle birlikte müslümanlar arasında büyük günahlar konusunda değişik fikirler ortaya çıkmıştır. Daha sonra Hz. Ali ile Muaviye arasında çıkan anlaşmazlık Haricilerin ortaya çıkmasına sebep olmuş ve tartışma konusu yapılan akide meseleleri artmıştır.
Şiîliğin ve hicrî ikinci asrın başlarında Mutezile’nin ortaya çıkmasıyla da akide meselelerinde Ehl-i Sünnet’e muhalif sistemli akide mezhepleri doğmuştur. Bu arada Yunan felsefesinin Arapçaya tercüme edilmesi özellikle Mutezilî çevrelerde etkisini göstermiştir. Mutezile’nin Allah’ın sıfatlarının ezelîliğini reddetmesi, Kur’ân’ın yaratılmışlığını ileri sürmesi Yunan felsefesinin etkisiyle olmuştur.
Ehl-i Sünneti temsil eden ve Mütekaddimun’dan sayılan muhaddisler, Mutezile’nin bu tutumlarına karşı çıkmışlarsa da daha sonra Mutezile’nin etkisinde kalan Eş’arî Müteahhir kelâmcılar, Allah’ın fiilî ve haberî sıfatlarını te’vil etmişlerdir. Böylece Ehl-i Sünnet kelamcıları arasında da te’vil dönemi başlamıştır. Ehl-i Sünnet,ten Haberî sıfatları ilk te’vil eden, İmamu’l-Harameyn Ebu’l-Meâlî el-Cüveynî’dir (öl. 478/1085). Hayatının sonunda yazdığı “el-Akidetu’n-Nizamiyye” isimli eserinde bu görüşünden vazgeçmişse de, daha sonra gelen Eş’arî kelâmcılar te’vile devam etmişlerdir.
Ehl-i Sünnet ekolüne te’vilin girmesi önemli bir hadisedir. Çünkü kısmî bir takım meselelerde başlayan te’vil hareketi zamanla diğer meselelerde de bu yolun izlenmesine kapıyı açmış; inanç meselelerinde istikrarsız görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Böylece Mütekaddimun akide alanında te’vile yanaşmazken; Müteahhirun alimler bazı meselelerde te’vil yolunu benimsemişler ve bu durum istikrarsızlığa sebep olmuştur.
Fıkıh alanında ortaya çıkan farklılıklara gelince:
Mütekaddimun dönemindeki ictihad ruhunun yerine taklid ruhu, Kur’ân ile Sünnet’e bağımlılığın yerini mezhebe bağımlılık almıştır. Bazı müctehidlerin görüşleri nass gibi kabul edilmeğe başlanmıştır.
Bu dönemde yâşamış Ubeydullah el-Kerhî’nin (öl. 340/951) şu sözü bu ruh ve anlayışı tam olarak aksettirmektedir: “Mezhebimizin hükümlerine uymayan her âyet ya te’vil edilmiştir yahut da mensuhtur. Her hadis de böyledir; ya te’vil edilmiş zahirî manasıyla alınmamıştır; yahut da hadis mensuhtur, başka bir hadisle yürürlükten kaldırılmıştır” (el-Kerhî, er-Risale, İstanbul (t.y.), s. 84’ten naklen, Hayreddin Karaman, İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul 1975, s. 123).
Bu anlayış İslâm hukukunun gerilemesine ve esneklik kabiliyetinin azalmasına sebep olmuştur. Bunun yanında beşinci (onbirinci) yüzyıldan önceki dönemde yani mütekaddimûn döneminde fakîhler zamanında Gözüme kavuşturulmuş olan bir takım şer’î meseleler ile ilgili olarak Müteahhirûn döneminde, iki asırlık bir süreç içinde toplumun yeni ihtiyaçlarına göre yeni fetvâ, tercih ve çözümler getirilmiştir. Bu hareket ilk defa Hâdimî’nin Mecâmi’ Şerhi’nde yer almış ve Mecelle’nin otuz dokuzuncu maddesinde “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz (zaman değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkâr olunamaz)” şeklinde kanun metni haline getirilmiştir (Ebu Said Muhammed Hadimî, Menâfiu’d-Dakâik fi, Şerhi Mecâmü’l-Hakâik, İstanbul 1305, s. 328; Mehmet Erdoğan, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İstanbul 1990, s. 1).
Ali Haydar Efendi (Ö. 1355/1936) Mecelle’nin bu maddesini şerhederken, hükümlerin değişmesinin ancak örf ve âdete dayalı olan cüz’î meseleler ile ilgili olduğunu, genel hükümlerin ise her durumda sabit kalacağını belirtmiştir. Ali Haydar Efendi buna dair şu örneği verir: Mescide cemaatın bıraktığı mumun üçte biri yanmadan kalsa, mum sahibinin açık izni olmadıkça imam ve müezzin tarafından kullanılamaz. Ancak bu beldede, bu gibi artan mumu imam ve müezzinin alması örfleşmişse bu takdirde alıp kullanmaları caiz olur (Ali Haydar, Duraru’l-Hukkâm Şerhu Mecelleti’l-Ahkâm, Otuzdokuncû madde şerhi; Mes’ud Efendi, Mir’at-ı Mecelle, İstanbul 1299, s. 24).
Müteahhirûn dönemine ait hüküm değişikliğine şunları örnek verebiliriz:
a) Mütekaddimûnden olan fakihlere göre, satın alınacak evin önceden bir odasını görmek yeterli idi. Bununla, alıcının diğer odaları görme muhayyerliği hakkı düşmüş sayılıyordu. Müteahhir hukukçulara göre ise, satın almadan önce, her bir oda ayrı ayrı görülmedikçe görme muhayyerliği hakkının devam ettiği esası benimsendi. Burada bina yapımı ile ilgili örflerin değişmesi, hukukçuları bu görüşe itmiştir. Çünkü eski hukukçular döneminde evin tüm odaları eşit ve benzer biçimde yapılırken, 5. (11.) yüzyıldan itibaren standard olmayan farklı yapımlar ortaya çıkmıştır. Bu yüzden bir odayı görmekle bütünü görmüş gibi bilgi edinme imkânı kalmamıştır (Ali Haydar, a.g.e., I,102).
b) Hanefiler, Mütekaddimûn döneminde hac, imamlık, müezzinlik, Kur’an-ı Kerim ve fıkıh öğretimi gibi taatlerin bir hizmet akdiyle ve maaş karşılığında yapılamayacağını, bunların sevabı âhirette alınmak üzere ifa edilmesi gerektiği prensibini benimsemişlerdir. Müteahhirûn döneminde ihtiyaç, dinî hizmetlerin görülmesindeki ihmal ve tembelliğin ortaya çıkması yüzünden artık bu hizmetlerin bir şahıs, vakıf veya devletten alınacak ücret veya maaş karşılığında yapılabileceğine fetva verilmiştir. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî alimleri ise, İslâm’ın çıkışından itibaren din görevlilerini emeğini kiralayan, yani iş akdi ile çalışan sınıf içinde kabul etmiştir (el-Kâsânî, Bedâyiu’s-Sanâyi’, Beyrut 1394/1974, lV, 184; el-Fetâvâ’l-Hindiyye, IV, 448; el-Mâverdî, el-Ahkâmû’s-Sultâniyye, Kahire 1298, s. 210: el-Mevsûatü’l-Fıkhiyye, Kuveyt, I, 289, 295; Hamdi Döndüren, Çağdaş Ekonomik Problemlere İslâmî Yaklaşımlar, İstanbul 1983, s. 146). c) Mütekaddimûn döneminde hâkim, had cezasını gerektiren suçlar dışındaki davalarda dava konusu olay hakkında kendi şahsî bilgisine dayanarak hüküm verebilirdi. Müteahhirûn döneminden itibaren ahlâkın bozulması, rüşvetin yayılması ve makam hırsının ön plâna çıkması gibi sebeplerle, artık hâkimin olay hakkındaki şahsî bilgisine dayanarak hüküm veremeyeceği, başka ispat edici belgelere dayanması gerektiği prensibi kabul edilmiştir (İbn Âbidîn, Uküdu Resmi’l-Müftî, Beyrut, ts. (Resâil İçinde), I, 44).
d) Ebû Hanîfe mülkiyet hakkının kullanılmasının kayıtlanmasını kazaya değil de diyânete (uhrevî müeyyideye) bırakmıştır. Ancak müteahhir Hanefi hukukçuları ahlâkın bozulması üzerine, komşuya fâhiş zarar verme halinde mülkiyet kullanımına İslâm mahkemesinin de müdahale edebileceği görüşünü benimsemişlerdir. Delilleri istihsandır. Fetvâ da buna göre verilmiştir (Abbâdî, el-Mülkiyye fî ş-Şerîati’l-İslâmiyye, Ammân 1974, II, 131-145; Mes’ud Efendi, Mir’ât, İstanbul 1299, s. 510).
e) Genel ahlâkın bozulması, genel prensiplerden ayrılarak bir takım tedbirler alınmasını gerektirdiği gibi; giderek aşırı hale gelen bazı hükümlerin gevşetilmesi zarûretini de ortaya çıkarmıştır. Nitekim İslâm’ın ilk devirlerinde şahitlerde “mutlak adalet” vasfı aranırken, Müteahhırûn döneminde “emsel fe emsel” prensibine geçilmesi gerekmiştir. Bunun anlamı şudur: Toplumda şahitlik yapacak âdil kimseler yoksa, durumları en iyi olanlardan başlamak üzere, sırası ile durumları daha az iyi olanların da şahitlikleri delil olarak kabul edilir. Böylece müteahhir İslâm hukukçuları, fesâdu’z-zemân’dan kaynaklanan bir zarûretle, şâhitlerde nass’ların istediği “mutlak (kâmil) adalet” prensibini gevşeterek nisbî adaletle yetinmek ihtiyacını duymuşlardır (ez-Zerkâ, Medhal, Dımaşk 1956, II, 931).
f) Mahkemede hazır bulundurmak için davalıya kefil olan kimse, Hanefi mezhebinin asıl görüşüne göre, sanığı mahkeme dışında, meselâ çarşıda teslim etmekle de yükümlülükten kurtulur. Çünkü şehir halkı gerekirse bu konuda hâkime yardımcı olur. İmam Züfer ise, şarta riayetle, sanığın bizzat mahkemede hazır bulundurulmasını gerekli görür. İşte müteahhir hukukçular bu konuda mezhebin asıl görüşünden ayrılarak İmam Züfer’in görüşünü esas almışlardır. Büyük müteahhir hukukçu es-Serahsî (Ö. 490/1097) bu tercihin gerekçesini şöyle açıklar:
“Müteahhir âlimlerimiz şöyle derler: Mezhebin görüşü kendi zamanlarındaki duruma bina edilmiştir. Bizim zamanımızda ise, eğer bizzat mahkemede ve kadı huzurunda hazır bulundurulması şart koşulmuşsa, bu şarta riâyet etmek gerekir. Kefil olunan şahsın çarşıda hâkime teslimi ile yükümlülük düşmez. Zira zamanımızda insanların çoğu, fısk ve fesat ehlinin galebesinden dolayı sanığın mahkemede hazır bulunmaktan kaçınmasına yardımcı olmaktadırlar. Dolayısıyla “sanığın bizzat mahkemede teslim edilmesi” şartının ifade ettiği bir anlam vardır ve bu şarta uyulması gerekir. Aksi takdirde yükümlülük düşmez” (es-Serahsî, el-Mebsût, İstanbul 1983, XIX, 165). Zeylaî, fetvada bu görüşün esas alındığını belirtir (Zeylâî, Tebvînü’l-Hakâik, Beyrut, ts., IV, 149).
g) Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf’a göre, erginlik çağına ulaşmış, akıllı bir kadın, velisinden izinsiz evlenebilir. Eğer böyle bir kadın dengi olmayan birisi ile evlenmişse, velilerin nikâh akdini feshettirme hakları vardır. Hasen b. Ziyad (ö. 204/819) ise, bu tür evlilikte, akdin başlangıçtan itibaren caiz olmadığı görüşündedir. es-Serahsî, bu son görüşün daha ihtiyatlı olduğunu belirtmiştir. Gerekçesi yine fesâdu’z-zemân’dır. Ergin ve akıllı kadın, dengiyle evlenmişse akit kesinleşir. Evlendiği erkek dengi değilse, velisi müdahale edebilecektir (es-Serahsî, a.g.e., VI, 10, 13; el-Merginânî, el-Hidâye, y. ve t.y., I, 196, 201; el-Mevsılî, el-İhtiyâr, III,100,101; Mehmet Erdoğan, a.g.e., s. 196, 197; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s. 196 vd.)
Sonuç olarak, zamanın değişmesi ve toplumda yeni ihtiyaçların ortaya çıkması halinde özellikle örf, istihsan ve maslahata dayalı olan konularda, Müteahhirûn döneminde yeni bir yaklaşımla çözümler getirilmiş ve bu yenileştirme hareketi iki asır kadar sürmüştür. Günümüzün toplum ihtiyaçları da özellikle idârî, mâlî ve ekonomik konularda yeni problemler ortaya çıkarmıştır. Bu arada daha önceki yüzyıllarda görülmeyen problemlere de Gözüm getirilmesi gerekmektedir. Bunu, İslâm hukukunun çeşitli dallarında uzmanlaşmış mütehassıs hukukçular yapabilir.
İslâm hukuku tarihinde Müteahhirun dönemi Şemsü’l-Eimme el-Halvânî (Ö.448/1056)’den Hâfızu’din el-Buhârî (Ö. 693/1249)’ye kadar olan devreyi kapsar.
Müteahhırûn döneminin mezheplere göre ünlü İslâm hukukçuları ve başlıca eserleri şunlardır.
Hanefilerden:
1) Şemsü’l-Eimme Abdülaziz b. Ahmed el-Halvânî (Ö. 448/1056). Buharalı olup, mezhepte müctehiddir. el-Mebsût isimli eseri, İmam Muhammed’in (Ö. 189/805) aynı adı taşıyan eserinin şerhi niteliğindedir. Ancak asıl nüsha ile şerh ayrılmaksızın düz yazılmıştır.
2) Şemsü’l-Eimme Muhammed b. Ahmed es-Serahsî (Ö.483/1090). Horasanlı, el-Halvânî’nin öğrencisi ve mezhepte müctehid. Başlıca eserleri: el-Mebsût. İmam Muhammed’in altı zâhiru’r-rivâye kitabını el-Hâkimü’ş-şehîd el-Mervezî (Ö. 334/945) el-Kâfi isimli eserinde özetlemiş, es-Serahsî de bu eseri otuz cüzde el-Mebsüt adıyla şerhetmiştir. es-Serahsî’nin Usülü’l-Fıkh, Şerhu’l-Câmi’li Muhammed, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebîr, Şerhu Muhtasarı’t-Tahâvî adlı eserleri de vardır.
3) Alî b. Muhammed el-Pezdevî (Ö. 483/1090) Semerkandlı, mezhepte müctehid. Başlıca eserleri: el-Mebsût (onbir cilt), Şerhu’l-Câmiayn Li Muhammed, Usul-i Pezdevî ve Gınâu’l Fukahâ.
4) Sadru’ş-Şehîd Hüsâmüddîn Ömer b. Abdilazîz (Ö. 536/1141). Horasanlı olup, başlıca eserleri: el-Fetâvâ, Şerhu’l-Câmiu’s-Sağîr, Şerhu Edebi’l-Kâdî li’l-Hassâf.
5) Ebû Bekr b. Mes’ûd b. Ahmed el-Kâsânî (Ö. 587/1191). Hocası es-Semerkandî’nin Tuhfetü’l-Fukahâ isimli eserini, “Bedâyiu’s-Sanâyi’ fi Tertîbi’ş-Şerâyî” adıyla güzel bir düzen içinde delil ve münakaşalı bir tarzda şerhetmiştir. Eserde şer’î delil ve dayanaklar sağlam bir hukuk mantığı içinde değerlendirilmiş ve İslâm hukuku bir sistem olarak algılanmağa çalışılmıştır.
6) Fahreddin Hasen b. Mansûr el-Özcendî (Ö. 592/1196). Ferganalı, Kâdıhân diye ünlü, mezhepte müctehid. Eserleri: el-Fetâvâ, el-Vâkıât, el-Emâlî, Şerhu’z-Ziyâdât, Şerhu Edebi’l-Kâdî li’l-Hassâf.
7) Alî b. Ebî Bekr el-Merginânî (Ö. 593/1197). Ferganalı, mezhepte müctehid. Eserleri; el-Hidâye, el-Müntekâ, et-Tecnîs, el-Ferâiz ve Menâsikü’l-Hacc.
8) Muhammed b. es-Sadri’s-Saîd Bürhânüddîn (Ö. 616/1219). Horasanlı, fıkhî meselelerde müctehid. Eserleri: el-Muhîtu’l-Burhânî, ez-Zehîra, et-Tecrîd.
Şâfiîlerden:
9) Ebu’t-Tayyib Tâhir b. Abdillah et-Taberî (Ö. 450/1058). Iraklı, mezhepte müctehid. Eserleri: Şerhu’l-Müzenî, el-Hılâf.
10) Ebu’l-Hasen Alî b. Muhammed el-Mâverdî (Ö. 450/1058). Etkisi özellikle anayasa hukukunda yüzyıllarca sürmüş olan büyük bilgin ve mezhepte müctehid. Eserleri: el-Ahkâmü’s-Sultâniyye, el-Hâvî, el-İknâ’, Kânünu’l-Vüzerâ ve Siyâsetü’l-Mülük, Nasîhatü’l-Mülûk.
11) Ebû Âsım Muhammed b. Ahmed el-Herevî (Ö. 458/1066). Herat’lıdır. Eserleri: ez-Ziyâdât, el-Mebsût, Edebü’l-Kadâ, Tabakâtü’l-Fukahâ.
12) Ebû İshak İbrâhim b. Alî eş-Şirâzî (Ö. 476/1083). Mezhepte müctehid. Eserleri: el-Mühezzeb, el-lum’a, et-Tebsire, et-Tenbîh, Tabakâtü’l-Fukahâ.
13) Ebu’l-Meâlî Abdülmelik b. Abdillah el-Cüveynî (Ö. 478/1085). Mezhepte müctehid. Nisaburlu. Mekke’de dört yıl kalmış ve bu nedenle
“İmamü’l-Haremeyn” lakabını almıştır. Nizâmiye medresesi bu bilgin için yaptırılmıştır. Eserleri: el-Burhân, et-Telhîs ve el-Verakât usûl’e dair üç eseridir. en-Nihâye, Muğîsu’l-Halk.
14) Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî (Ö. 505/1111). Mezhepte müctehid. Fıkıh ve tasavvufu birleştirerek, fetvâ ve takvâyı bir arada değerlendirmiştir. Nizâmiye üstadlarındandır. Pek çok eseri vardır. el-Mustasfâ, el-Vecîz, el-Vesît, el-Basît, el-Menhûl, Şifâü’l-Alîl, İhyâu Ulûmi’d-Dîn bunlardandır.
Mâlikîlerden:
15) Ebu’l-Velîd Süleyman b. Halef el-Bâcî (Ö. 474/1081). Endülüslü. Mezhepte müctehid. İbn Hazm’la aynı devrede yaşamış ve onunla münazaralar yapmıştır. Eserleri: el-Müntekâ fi Şerhi’l-Muvatta’, el-Mühezzeb fı’htisâri’l-Mudevvene, Mesâilü’l-Hilâf, İhkâmü’l-Fusûl fi Ahkâmi’l-Usûl.
16) Ebû’l-Velîd Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd (Ö. 595/1199). Endülüs’te devrinin en büyük bilgini, mezhepte müctehid. Başlıca eserleri: Bidâyetü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesıd, Muhtasaru’l-Mustasfâ.
Diğer mezheplerden:
17) Ebû Muhammed Abdullah b. Ahmed “İbn Kudâme” (ö. 620/1223). Filistin’de doğdu. Şam, Bağdat ve Mekke’de yetişti. Büyük bir Hanbelî fakîhidir. Eserleri: el-Muğnî (el-Hırâkî’nin Muhtasar’ı üzerine 10 ciltlik bir şerhtir), el-Mukni’, el-Kâfı, el-Umde, Muhtasaru’l-Hidâye.
18). Alî b. Ahmed b. Saîd “İbn Hazm” (Ö. 456/1062). Kurtubalı. Vezirliği bırakarak ilimle uğraşmış ve Zâhirî mezhebinin yayılmasına çalışmıştır. Eserleri: el-İhkâm fi Usûli’l Ahkâm (usûl), el-Muhallâ (fürü), İbtâlü’l-Kıyâs (Fakihler hakkında geniş bilgi için bk. İbn es-Subkî, Kureyşi, Lüknevî, Ebû Ya’lâ, İbn Receb ve İbn Ferhun’un Tabakât kitapları ile, eserleri için bk. Keşfuzzunûn ve Zeyilleri ile, Brockelmann’ın kitabı ve müellifler hakkında kısa bilgi için bk. ez-Ziriklî’nin el-A’lam ve Ömer Rıza Kehhale’nin Mu’cemu’l-Muellifin adlı eserleri.
M.Said ŞİMŞEK
Hamdi DÖNDÜREN