MU’TEZİLE MEZHEBİ
İslâm’da ilk zuhur eden ve akideleri aklın ışığında izah edip temellendirmeye çalışan büyük kelam ekolünün adı. Lügatta, “uzaklaşmak, ayrılmak, bırakıp bir tarafa çekilmek” gibi anlamlara gelen “i’tizal” kelimesinin ism-i fail siğasından meydana gelen çoğul bir isimdir. Müfredi, “mu’tezilî”dir. Kelime, hemen hemen aynı anlamlarda Kur’ân-ı Kerim’de de geçmektedir: “Eğer bana iman etmezseniz benden ayrılın, çekilin” (ed-Duhân, 44/21); “Ben sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan ayrıldım” (Meryem, 19/48; ayrıca bk. el-Kehf 18/16, en-Nisâ, 4/90).
Mu’tezile’ye bu ismin hangi sebeple verildiği hususunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür:
Bu konuda en yaygın kanaat, devrin en büyük alimi sayılan Hasan el-Basrî (öl. 110/728) ile Mu’tezile’nin kurucusu Vâsıl b. Ata (öl. 131/748) arasında geçen şu olaya dayanmaktadır. Hasan el-Basrî’nin, Basra camiinde ders verdiği bir sırada bir adam gelir ve büyük günah işleyenin bazıları tarafından kâfir olarak vasıflandırıldığını, günahın imana zarar vermeyeceğini iddia eden bazıları tarafından ise tekfir edilmeyip mü’min sayıldığını söyler ve bu mesele hakkında kendisinin hangi görüşte olduğunu sorar. Hasan el-Basrî vereceği cevabı zihninde tasarlarken, öğrencilerinden Vâsıl b. Ata ortaya atılır ve büyük günah işleyen kimsenin ne mü’min ne de kâfir olacağını, bilakis bu ikisi arasında bir yerde, yani fasıklık noktasında bulunacağını söyler. Halbuki, Hasan el-Basrî büyük günah işleyenin münafık olduğu kanaatindeydi. İşte bu hadiseden sonra Vâsıl b. Ata, Hasan el-Basrî’nin ilim meclisinden ayrılır (bir rivayete göre de hocası tarafından dersten uzaklaştırılır) ve arkadaşı Amr b. Ubeyd (öl. 144/761) ile birlikte caminin başka bir köşesine çekilerek kendisi yeni bir ilim meclisi oluşturup görüşlerini anlatmaya başlar. Bunun üzerine Hasan el-Basrî, “Vâsıl bizden ayrıldı (Kadi’tezele anna Vâsıl)” der. Böylece Vâsıl’ın önderliğini yaptığı bu gruba mu’tezile adı verilir (Abdulkerim eş-Şehristanî, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut 1975, I/48; Abdulkâhir el-Bağdadî, el-Fark Beyne’l-Fırak, Çev. E. Ruhi Fığlalı, İstanbul 1979, s. 101, 104).
Mu’tezile ismini bu görüş etrafında temellendirmeye çalışanlara göre, bu isim onlara muarızları tarafından verilmiştir. Çünkü onlar, “Ehl-i sünnetten ayrılmışlar, Ehl-i sünnetin ilk büyüklerini terketmişler, dinin büyük günah işleyen kişi (mürtekib-i kebîre) hakkındaki görüşünden ayrılmışlardır. Takılan bu isim onların bu tutumunu gösteriyordu” (İrfan Abdülhamit, İslam’da İtikadî Mezhepler ve Akaid Esasları, Çev. M. Saim Yeprem, İstanbul 1981, s. 94).
Mu’tezile mezhebini siyâsî ve itikadî olmak üzere ikiye ayıran ve ikincisini birincisinin devamı sayan bazı ilim adamlarına göre bu isim, çok daha önceleri mevcuttu. Bunlara göre, Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra meydana gelen Cemel ve Sıffin savaşlarında tarafsız kalıp, savaşlara katılmayanlar, Mu’tezile’nin ilk mümessilleridir. Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Ömer, Muhammed b. Mesleme ve Usame b. Zeyd gibi bazı kimseler meydana gelen savaşlarda her hangi bir tarafı desteklemeyip, olaylardan uzak durmayı (itizali) tercih etmişlerdi. Bu nedenle bunlara, “ayrılanlar bir kenara çekilenler” anlamında Mu’tezile denmiştir.
Diğer bir görüşe göre ise, Vasıl b. Ata mürtekib-i kebîre konusunda icma-ı ümmete muhalefet ettiği için, ona ve taraftarlarına bu ad verilmiştir. Mu’tezile’ye bu ismin verilmesinin sebebi, onların bu dünyadan el etek çekip, bir tarafa çekilerek zahidane bir hayat sürmelerinde arayanlar da vardır (İ. Abdülhamit, a.g.e., s. 94 vd.; Kemal Işık, Mu’tezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, Ankara 1967, s. 52 vd.)
Mu’tezile mezhebi, kaynaklarda daha değişik isimlerle de anılmaktadır. Fiillerde irade ve ihtiyarı insana verip, insanı fiillerinin yaratıcısı kabul ettikleri iç:n el-Kaderiyye; Ru’yetullah, Allah’ın sıfatları ve halk-ı Kur’an gibi meselelerde Cehm b. Safvan’ın görüşlerine katıldıkları için el-Cehmiyye Allah’ın bazı sıfatlarını kabul etmedikleri için de Muattıla olarak zikredilmişlerdir. Fakat onlar bu isimleri kabul etmeyip, kendilerini Ehlul-Adl ve’t-Tevhîd olarak vasıflandırmışlardır (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, İstanbul 1981, s. 170; Kemal Işık, a.g.e., s. 56 vd.).
Mezhebin Doğuşunu Hazırlayan Faktörler ve Tarihî Seyir:
İslâm’da itikadî meselelerin gündeme gelip tartışılmasına sebep olan ve neticede itikadi mezheplerin doğuşunu hazırlayan çeşitli faktörler vardır. Bunlar aynı zamanda, bir itikadî mezhep ve yeni bir düşünme biçimi olan Mu’tezile mezhebinin doğmasına da zemin hazırlamıştır.
Bu faktörlerin başında, müslümanlar arasında zuhur eden ihtilaf ve çekişmeler yer almaktadır. Çok ciddi boyutlara ulaşan bu ihtilaflar neticesinde bir takım yeni meseleler ortaya çıkmış ve tartışılmaya başlanmıştı. Bu meseleler için teklif edilen çözümler, itikadi fırkaların doğmasına neden olmuştur. Müslümanlar arasında hararetle tartışılan meselelerden birisi de mürtekib-i kebîre’nin durumu idi. Haricîler, mürtekib-i kebîre’nin kâfir olduğunu iddia ederken, Mürciîler, mü’min olduğunu iddia ediyorlardı. Vâsıl b. Ata ve taraftarları ise, meseleye “el-menzile beyne’l-menzileteyn* (iki yer arasında bir yer)” prensibiyle yeni bir çözüm şekli teklif ediyordu. Yaygın olan rivayete göre, bu çözüm önerisi ile Mu’tezile mezhebi ortaya çıkmış oldu. Bu durumda Mu’tezile, müslümanlar arasında zuhur eden yeni meselelere yeni bir bakış açısını ifade etmektedir.
Mu’tezile’nin doğuşuna zemin hazırlayan amillerden birisi de, İslâm dininin fetih politikasıyla ilgilidir. Müslümanlar çok kısa bir zaman zarfında Arap Yarımadasını aşarak bir çok ülkeyi kendi topraklarına kattılar. Değişik kültür ve dinlere mensup olan bu ülkelerin ilhakı ile, bir takım yeni problemler ortaya çıktı. Bu ülke halklarından İslam’ı kabul edenler yanında etmeyenler de vardı. Kabul etmeyenler mensup oldukları dinlerin savunmasını yaparken, kabul edenler de, eski kültürlerinin etkisinden tamamen kurtulamıyorlardı. Köklü bir geçmişe sahip olan Yahudilik, Hristiyanlık, Seneviye, Zerdüştlük gibi din ve görüşler, zaman içerisinde müesseseleşmiş ve belli bir savunma mekanizması da geliştirmişlerdi. İslâm dini için henüz böyle bir mekanizma mevcut değildi. Çok geçmeden müslümanlarla tartışmaya dalan yabancı unsurlarla başedebilmek için güçlü bir diyalektik (cedel) yönteme ihtiyaç vardı. İşte bunu hisseden ve bu doğrultuda yöntem geliştirmeye çalışan ilk alimler Mu’tezilîler olmuştur. Mu’tezile, yabancı kültürlerden de istifade ederek İslâm düşüncesine Kelâm metodunu getirmiştir. Gayri müslimlere karşı İslam’ı savunma ve akideleri aklî bir platformda değerlendirme yolundaki takdire şayan Mu’tezilî gayret İslam düşüncesine yeni bir renk katmıştır.
Mu’tezilî düşüncenin temel esprisi; İslâm akaidini aklî tefekkür zeminine oturtmak ve akılla çatıştığı anda nassı aklın istekleri doğrultusunda tevil etmektir. Naklî düşüncenin yanında, zaman içerisinde aklî düşüncenin de teşekkül etmesi; aklı rehber kılan bir zümrenin ortaya çıkması tabii bir durumdur. Bu durum, dinlerin normal seyri içerisinde tabii ve zorunlu bir merhalenin ifadesidir. İslam düşüncesinin bu merhalesinde aktif rol oynayan ve dolayısıyla felsefi düşünceye ve yeni ilimlere rağbet gösteren ilk kişiler Mu’tezilîler olmuştur (İrfan Abdülhamit, a.g.e., s.121 vd.; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 171; Kemal Işık, a.g.e., s. 28; Muhammed Ebu Zehra, İslam’da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, Çev. E.Ruhi Fığlalı, Osman Eskicioğlu, İstanbul 1970, s.180 vd.).
İşte bu ve benzeri şartlar altında Mu’tezile cereyanı Hicri birinci asrın sonlarıyla ikinci asrın başlarında Vâsıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’in önderliğinde Basra’da ortaya çıktı. Genelde kabul gören görüşe göre, Mu’tezile akımı Vâsıl b. Ata ile Hasan el-Basrî arasında geçen tartışma neticesinde ortaya çıkmıştır.
Mu’tezilî düşüncenin Basra’da ortaya çıkışından yaklaşık bir asır sonra Bişr b. el-Mu’temir (öl. 210/825) başkanlığında Bağdat Mu’tezile ekolü de teşekkül etti. Temel prensipler itibariyle aynı görüşleri paylaşan bu iki ekol mensupları arasında teferruatla ilgili bir çok görüş farklılığı da vardır. Vâsıl b. Ata, Ebu’l-Huzeyl el-Allâf (öl. 235/850), İbrahim en-Nazzâm (öl. 231/845), Ebu Ali el-Cübbâî (öl. 303/916), el-Câhız (öl. 225/869) gibi Mu’tezilîler Basra ekolüne; Bişr b. el-Mu’temir, Sümame b. el-Eşras (öl. 213/828), el-Hayyat (öl. 298/910) gibi Mu’tezilîler de Bağdat ekolüne mensuptur.
Terceme faaliyetleri çerçevesinde İslâm kültür dünyasına kazandırılan yeni eserlerle birlikte, siyâsî etkenlerin de tesiriyle giderek güç kazanan İtizal akımı kısa zamanda devlet ricalini de cezbeder duruma geldi ve daha Emevîler döneminde bile halifeler düzeyinde kabul gördü.
Bu mezhep bir fikir hareketi olarak Abbâsîler döneminde gelişip yaygınlık kazandı. Abbasî halifelerinin Mu’tezile’ye karşı tutumları genelde müspet olmuştur. Harun er-Reşîd döneminde (170-193/786-808) saraya kadar nüfuz etmiş olan Mu’tezilî düşünce, altın çağını el-Me’mun (öl. 218/833), el-Mu’tasım ve özellikle el-Vâsık’ın hilafetleri esnasında yaşamıştır. Bu halifeler döneminde Mu’tezilî görüş devletin resmi mezhebi durumuna gelmiş, Mu’tezile âlimleri de devlet ricâli nezdinde en muteber kişiler olarak saygı ve itibar görmüşlerdir. Mu’tezile âlimleri, bu dönemlerde, halifeleri kendi düşünce ve kanaatleri doğrultusunda yönlendirdikleri gibi, kendileri de devletin yüksek kademelerinde mevki sahibi olmuşlardır.
Mu’tezile’nin devlet otoritesi ve resmi mezhebi haline geldiği, yaklaşık 198-232/813-846 yılllarını kapsayan bu dönem, Ehli sünnet âlimleri ve müslüman halk açısından ve ızdırabın hüküm sürdüğü bir dönem olmuştur. Mu’tezile doktrinini devletin resmi görüşü olarak benimseyen, devrin hükümdarları el-Me’mun, el-Mu’tasım ve el-Vâsık, bununla yetinmeyip resmi organlar vasıtasıyla halkı da bu görüşleri kabullenmeye zorladılar. Özellikle, Kuran-ı Kerim’in yaratıldığını varsayan (Halku’l-Kur’ân’ı* Mu’tezîli görüşün devlet eliyle zorla kabul ettirilmeye çalışıldığı bu dönem, İslâm mezhepleri tarihinde “mihne” olarak bilinmektedir. Başta Ahmed b. Hanbel (öl. 241/855) olmak üzere, resmi düşünceye karşı çıkan pek çok İslâm âlimi, bu tutumlarından dolayı mahkûm edilip işkenceye maruz kaldılar.
Bir tür Engizisyon anlamına gelen “mihne” el-Me’mun’dan sonra, el-Mu’tasım ve el-Vâsık dönemlerinde de şiddetini artırarak devam etti (Macid Fahrî, İslâm Felsefesi Tarihi, Çev. Kasım Turhan, İstanbul I987, s. 54).
Başlangıçta hür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkan Mu’tezile, bu halifeler döneminde tam aksi bir pozisyonda bulunmuştur. Mu’tezile’nin parlak dönemi ve dolayısıyla “mihne” hadisesi, el-Vâsık’ın ölüp yerine el-Mütevekkil (247/861)’in geçmesiyle son buldu. Mu’tezilî düşünce daha önce el-Mehdî ve el-Emîn’in halifelik dönemlerinde de hüküm giyip cezalandırılmıştı. Fakat asıl darbe el-Mütevekkil’den geldi. Mu’tezile Mütevekkil’in hilafetiyle devlet kademelerinden kovuldu ve giderek gerilemeye başladı. Bu mezhep, sonraki asırlarda Büveyh oğulları ve Selçuklu sultanı Tuğrul Bey dönemlerinde rağbet görmüşse de bir daha eski itibarına kavuşamamıştır (Kemal Işık, a.g.e., s. 59 vd.; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 183; M. Ebu Zehra, a.g.e., s. 182).
Mezhepler tarihi kaynakları, Mu’tezile’nin çöküşünü hazırlayan sebepler arasında, “mihne” hadisesini, Mu’tezile’nin akla ifrat derecede önem vermesini ve bu arada el-Eş’arî ile el-Matüridî’nin öncülüğünde Ehl-i Sünnet ilm-i kelâmının zuhur etmesini göstermektedirler (İrfan Abdülhamid, a.g.e., s.125; B. Topaloğlu, a.g.e., s. 183).
Mu’tezile’nin Metodu ve Kelamî Görüşleri:
İslâm’da akaid esaslarını aklın ışığı altında ele alıp değerlendiren, meselelere aklın ölçüleri doğrultusunda çözüm getirmeye çalışan ilk düşünürler, Mu’tezile ve onların selefleri olan Kaderiyye ve Cehmiyye’dir. Mu’tezile âlimleri, akaid meselelerinin çözümünde, daha önceki İslâm âlimlerinin yaptığı gibi, sadece nakille yetinmeyip akla da önem vermiş, hattâ naklin yeterince açık olmadığı ve önceki İslâm âlimlerinin susmayı tercih ettiği konularda tek otorite olarak aklı kabul edip te’vil yoluna gitmiştir. Selefiyye tarafından şiddetle eleştirilen bu yeni yaklaşım tarzının adı Kelâmî metottur. Mu’tezilîler, benimsemiş olduklar Kelam metodu ile, akideleri kendilerine has bir üslupla değerlendirip, Ehl-i sünnet öğretisinin dışında farklı kanaatlere ulaştılar. Bu nedenle, Mu’tezile,ehl-i bid’at fırkaları arasında zikredilmektedir (el-Bağdâdî, a.g.e., s. 100).
Mu’tezile doktrininin esasını teşkil eden ve bütün Mu’tezile alimlerince benimsenen beş temel prensip (elusûlü’l-hamse) vardır:
1-‘Tevhid: Mu’tezile’nin en temel ilkesi olan tevhid anlayışı, bütün İslâm düşüncesinin de temelini oluşturmaktadır. Sadece Mu’tezile’ye göre değil, bütün İslâm mezheplerine göre önemli bir prensip olup bu, Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur, ezeli ve ebedîdir anlamına gelir. Bu konuda Mu’tezile’yi diğerlerinden ayıran husus, Allah’ın sıfatlarına dair tartışmalarda ortaya çıkmaktadır. Mu’tezile’ye göre Allah’ın en önemli iki sıfatı “birlik” ve “kıdem”dir. Mu’tezile Allah’ın sıfatlarını kabul eder, fakat bu sıfatlara Allah’ın zatının dışında bir varlık hakkı tanımaz. Onlara göre “Allah âlimdir” demek doğru; “Allah ilim sahibidir” demek ise yanlıştır. Çünkü ilim, sem’, basar gibi, sıfat-i maânînin kabulü, kadim varlıkların çokluğuna (taadüdü kudemâ) delâlet eder. Halbuki tek kadim varlık vardır. O da Allah’tır.
Mu’tezile, sıfatlar konusunda kendisini ehlu’t-Tevhîd olarak isimlendirirken, Ehli sünnet âlimleri tarafında da Muattıla (Allah’ın sıfatlarını inkâr edenler) olarak vasıflandırılmıştır.
2- Adalet (el-Adl): Mu’tezile’ye göre, insan tamamen hür bir iradeye sahiptir ve fiillerinin yegâne sorumlusu odur. Yapmış olduğu iyilik de kötülük de kendisine aittir. Bu nedenle yapmış olduğu iyi amellere karşı mükâfaat, kötü amellere karşı da ceza görecektir. Eğer kulun fiillerinde Allah’ın bir müdahalesi olsaydı, o zaman kul yapmış olduğu fiillerden mesul olmazdı. Çünkü bu durumda bir zorlama (cebr) sözkonusu olurdu. İnsanı, zorlama altında yapmış olduğu fiillerden sorumlu tutmak ise zulümdür. Bu, Allah’ın adaleti ile bağdaşmaz. Çünkü Allah en âdil varlıktır.
3- İyi amellerde bulunanların mükâfatlandırılması, kötü amellerde bulunanların cezalandırılması (el-Va’d ve’l-Va’îd): Güzel amellerin mükâfatla kötü amellerin de ceza ile karışık görmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle Allah, adâletinin bir gereği olarak, iyi amellerde bulunan kullarını cennetle mükafatlandıracağını (el-va’d); kötü amellerde bulunan kullarını ise Cehennemle cezalandıracağını (el-va’îd) bildirmiştir. Allah’ın, bunun aksini yapması, bu sözünden vazgeçmesi mümkün değildir. Mü’min, mutlaka Cennete; büyük günah işleyipte tevbe etmeden ölen kimse ise mutlaka Cehenneme gidecektir. Allah’ın adaletinin gereği budur. Mutezile, bu görüşü ile şefaati reddetmiştir.
4- el-Menziletü beyne’l-Menzileteyn (İki Yer Arasında Bir Yer):
Bu prensip, büyük günah işleyen kimsenin imanla küfür arasında bir yerde, yani fasıklık noktasında bulunacağını ifade eder. Bu görüş, büyük günah işleyeni kâfir sayan Hâricîlerle, mü’min sayan Mürcie mezhepleri arasında mütevassıt bir görüşü temsil etmektedir.
5- İyiliği emretmek kötülükten Nehyetmek (el-emru bi’l-ma’ruf ve’nnehyu ani’l-münker): Mutezile, toplumda hak ve adaletin sağlanması ve ahlâkî yapının sağlıklı olabilmesi için, her müslümanın iyiliği emredip, kötülüğü yasaklamasını gerekli görmektedir (el-Bağdâdî, a.g.e., s. 100 vd.; Kemal Işık, a.g.e., s. 67 vd.; M. Ebu Zehra, a.g.e., s.174 vd.; B. Topaloğlu, a.g.e., s.174 vd.; İ Abdülhamid a.g.e., s. 105 vd.; eş-Şehristani, a.g.e., I, 43).
Yaşar K. AYDINLI