MUHACİRUN (MUHACİRLER)
Bir yerden başka bir yere göç etmek anlamındaki “hicret” kelimesinin ism-i faili olan muhacir kelimesinin çoğulu muhacirûn’dur. Istılahta İslâm devletini kurup tebliğin yeni bir veche kazanmasını sağlamak için Rasulullah (s.a.s) ile Mekke’den Medine’ye göç eden Sahabiler topluluğuna “Muhacirûn” denilmektedir.
Mekkeli müşrikler, Rasûlullah (s.a.s)’ın davetini etkisiz bırakmak, insanları ona tabi olmaktan yüz çevirmek için çeşitli yollar denediler. Fakat onların, İslâm’ın sesini boğmak için gösterdikleri yoğun çabalara rağmen müslümanların sayısı gün geçtikçe süratle artıyordu. Bu durum, müşriklerin iman edenlere karşı hırçınlaşarak sert tutum takınmalarına sebep oluyordu. Müşriklerin işkenceleri her geçen gün sistematik bir artış gösteriyordu. Mekke’de hayat müslümanlar için tahammül edilmez bir haI almıştı. Hangi kabileden olursa olsun müslüman olan herkes müşriklerin saldırısına uğruyordu.
Bunun üzerine Rasulullah (s.a.s), artık bunalan müslümanlara bir ferahlık olsun diye Mekke’den ayrılmalarını söyledi. Ashab; “Nereye gidebiliriz ki, ya Rasulullah?” diyerek, çaresizliklerini bildirdiler. Çünkü onlar, kendilerinin emniyette olabilecekleri bir yer bilmiyorlardı. Rasulullah onlara, Habeşistan’ı, işaret ederek; “İşte oıaya gidin” dedi (Ibn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kubrâ, Beyrut, t.y., I, 203).
Ancak Habeşistan’a hicret, mevcut problemin çöıümünü sağlamıyordu. Bu, müslümanlar için belirli bir süreye kadar ferahlık sağlamak gayesine yönelikti. Habeşistan’daki muhacirler, burada hüküm sürmekte olan Necaşî’den iyi bir kabul görmüşlerdi. Tarihi istılahta “muhacir” terimi, Hicretin sekizinci yılında Mekke’nin fethine kadar Medine’ye göç eden müslümanlar için kullanılmakta ise de; Habeşistan’a hicret edenleri, Rasulullah (s.a.s) in; “Sizin için iki defa hicret vardır. Bunlardan biri Habeşistan’a, diğeri de Medine ye olan hicretinizdir” (Buhârî, İ’tisam, 16) hadisi çerçevesinde, “Muhacirler” olarak nitelemek yanlış değildir. Zaten Habeşistan’a hicret edenlerin tamamı, Medine’ye hicret emredildikten sonra buraya göç ederek ikinci defa hicret etmişlerdi. Habeşistan muhacirlerinin sayısı yüz otuz kişi kadardır (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul 1981, I, 119).
Muhacirler mallarını, yakınlarını, yaşadıkları toprakları, Allah için terkederken, gittikleri yabancı ülkede yabancılıklarından dolayı çektikleri zorluklar, mahrumiyetler yanında, müşriklerin onları yok etmek için gösterdiği faaliyetler de son bulmuyordu. Nitekim müşrikler, Habeşistan’a giden muhacirleri Mekke’den çıktıktan sonra Kızıldeniz sahillerine kadar izlemişler; ancak, gemilerle denize açıldıklarından dolayı onlara yetişememişlerdi. Onları geri getirmek, en azından oradaki rahatlarını yok etmek için müşrikler, Necaşî nezdinde diplomatik faaliyetlere giriştiler. Fakat onların bütün çabaları boşa gitti.
Necaşî’yi ikna edip, müslümanları onun ülkesinden çıkartmaya muvaffak olamamaları, Mekkeli müşrikleri öfkeden kudurtmuştu. Bundan dolayıdır ki, Mekke’de kalan müslümanlar ve Rasulullah’ın ailesi olan Haşimoğullarının boykot edilmesi kararını vererek, baskılarını en uç noktaya götürdüler. Artık Mekke’de inananların hiç bir şeyi güvencede değildi. Daha sonra Rasûlullah (s.a.s)’ı her durumda müdafa eden amcası Ebu Talib vefat edince Haşimoğullarının başına geçen Ebu Leheb, Rasulullah (s.a.s)’ı toplum dışı ilan ederek Mekke’de yaşamasını büsbütün güçleştirmişti.
Gelişen bu olaylar Rasulullah (s.a.s)’ı, davetini insanlara daha rahat ulaştırabileceği bir sığınak aramaya yöneltti. Rasulullah ilk önce Taif’e gitmiş ancak, olumlu bir sonuç alamamıştı. Bu maksatla o, bu sefer cahilî geleneklere göre haccetmek için Mekke’ye gelen yabancılara İslam’ı tebliğ ediyor ve onlardan kendisine sahip çıkmalarını istiyordu. Ancak herkes tarafından reddedilen Rasulullah (s.a.s)’ı sonunda Akabe mevkiinde on altıncı heyet olarak başvurduğu altı kişilik grup dinlemiş ve davetini kabul ederek iman etmişlerdi. Bunlar, Medine’de sürekli savaş halinde olan iki düşman kabileden biri, olan Hazrec’e mensuptular. Bu kişiler Medine’ye döndüklerinde hemen islamî tebliğe başlamışlar ve kısa zamanda çok kişinin ihtida etmesini sağlamışlardı. Daha sonra yapılan Akabe bey’atlarının peşinden Rasulullah’a Medine’ye gitmesi emredildi (Buhârî, Menakıbul-Ensâr, 45). Rasulullah (s.a.s) ilk önce, Mekke’de bulunan bütün müslümanlara Medine’ye gitmeleri için izin verdi. Müslümanlar, küçük kafileler halinde Mekke’den yola çıkmaya başladılar. Kısa zamanda, Mekke’de, yakınları tarafından hapsedilenlerden Rasulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali’den başka kimse kalmamıştı.
Hicret eden bu muhacirler, yanlarında götürebildikleri dışında menkul, gayri menkul bütün mal varlıklarını terkedip gidiyorlardı. Müşrikler, Muhacirlerin terkettikleri bu mallara hemen el koydular. Müslümanların mal kaybı gerçekten çok büyüktü. Ancak onların gözü ne mal görüyordu, ne de dünyaya ait herhangi bir çıkarın peşinde idiler. Onlar, Allah yolunda her şeylerini feda etmeye hazırdılar ve kendilerinden istendiğinden de bunu yerine getirmek için bir an bile tereddüt göstermiyorlardı.
Ashabdan Suhayb er-Rûmî, Mekke’ye dışardan gelip yerleşmiş bir kimse idi. Hicret için yola çıktığında, Mekkeli müşrikler onu engellemiş ve ona şöyle demişlerdi: “Sen bizim aramıza bir dilenci gibi geldin, bizim mallarımızla zengin oldun. Şimdi bu mallarla çıkıp gideceksin öylemi! Bu asla olmaz”. Suhayb onlara; “Bütün mallarımı size bıraksam da mı izin vermezsiniz?” dediğinde onlar, buna ses çıkarmamışlardı. Daha sonra nazil olan; “İşte o topluluk içinden çıkan biri ki Allah’ın rızasını kazanmak üzere kendi kendisini satın almıştır…” (el-Bakara, 2/207) mealindeki âyetin bahsettiği kişinin o olduğu söylenmektedir.
İslâm’la ilk müşerref olan; onu Medine’ye taşıyıp, burayı bir karargah yaparak, yeryüzüne İslâmı hâkim kılmakla görevlendirilen muhacirler topluluğu bu niteliklere sahip insanlardan oluşmuştu. Rasulullah (s.a.s)’ın, Ebu Bekir (r.a)’le birlikte, tehlikeli bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaşmasıyla İslâm tebliğinde yeni bir dönem başladı.
Rasulullah (s.a.s), Medine’ye gelişinden hemen sonra, toplumun teşkilatlandırılması işine girişti. Bunun yanında, her şeylerini terkedip buraya gelen Muhacirler gerçekten büyük sıkıntı ve yokluklar içerisinde idiler. Gerçi Ensar, kendilerine iltica eden bu insanların bir eksiklik çekmemeleri için ellerinden gelini yapıyorlardı.
Rasulullah (s.a.s), Muhacirlerin hayatlarını kolaylaştırmak ve Medine halkı ile tam bir kaynaşma sağlayarak, bütünleştirmek için hicretin ilk yılında, her bir muhaciri bir ensara kardeş yaptı. Kaynaklarda “muahât*” olarak zikredilen bu olaydan sonra Ensar, sahib oldukları şeylerin yarısını kardeşi ilan edilen muhacir’e veriyordu. Ve her biri birbirinin gerçek varisi idi. Bu durum Bedir savaşından sonra sona ermiştir (Buhârî, Ferâiz, 16; İbn Sa’d, a.g.e., I, 238). Ensar, bunu yaparken o kadar içten yapıyor du ki, Allah Teâlâ onların bu eşsiz fedakârlıklarını Kur’ân-ı Kerimde; “Daha önceden Medine yi yurt edinip imanı kalplerine yerleştiren, hicret edip kendilerine gelen mü’minleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinden hiç bir çekememezlik duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Nefsinin cimriliğinden korunmuş kimseler. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir” (el-Haşr, 59/9 âyetiyle övmektedir. (bk. Ensar Mad.).
Ancak, kendilerine kucak açan ve her şeylerini paylaşmaya gönülden rıza gösteren bu fedakâr insanlara yük olmak, Muhacirlere ağır geliyordu. Bunun içindir ki, bunlardan bazıları kendilerine karşılıksız verilen şeyleri almamışlar, diğerleri de kardeşleriyle birlikte çalışmışlar ve kazançlarını kendilerine yapılan iyilikleri karşılama düşüncesiyle kardeşleri olan Ensara iade etmek istemişlerdir.
Muhacirlerden bir kısmı ticaretle uğraşmayı tercih etmiştir. Abdurrahman İbn Avf (r.a) bunlardan biridir. Kendisine kardeş ilan edilen Sa’d b. Rabî, Abdurrahman’a şöyle demişti: “İşte mallarım, onların yarısını sana veriyorum. İki eşim var, birini seç, hemen boşayayım. Sen onu nikâhla”. Abdurrahman İbn Avf ona şöyle karşılık vermişti: “Allah mallarını bereketli kılsın. Aile halkına da afiyet versin. Sen bana, Medine pazarını tanıt benim için yeterlidir” “İbn Avf, ticarete başlayarak kısa zamanda zengin olmuştu” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 3).
Dimyâtî’nin tertip etmiş olduğu Muhacirûn listesine göre, Mekke’den Rasulullah ile birlikte Medine’ye hicret edenlerin sayısı, iki yüz yirmi altıdır (Albert Dietrich, Abdulmün’im b. Hallâf ed-Dimyatî’nin bir muhacirun listesi, çev. F. Işıltan, İ.Ü.Ed. Fak. Şarkiyât mecmuası, İstanbul 1959, III, 133-155).
Vahiy ile ilk muhatap olup, her türlü zorluğu göze alarak ona iman eden ve bu yüzden akıl almaz işkencelere maruz kalan ve sonra da yurtlarından çıkarılan Muhacirler, Allah tarafından layık oldukları şekilde övülmüşlerdir. Zira onlar, hiç bir dünyevî maksadları olmadığı halde, sırf Allah Teâlâ’ya serbestçe ibadet edebilmek için her şeylerini terketmişlerdi. Bu, Hz. Ebu Bekir (r.a) ile alâkalı olarak zikredilen bir olayda, bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Hz. Ebu Bekir (r.a), Habeşistan’a gitmek için yola çıktığı zaman, Berkul-Ğımâd denilen yerde bölgenin ileri gelenlerinden biri olan İbn ed-Dağine ile karşılaşmıştı. O, Ebu Bekir’i görünce hayretle; “Böyle nereye gidiyorsun ya Ebu Bekir” diye sormuştu. Ebu Bekir; “Kavmim (sırf Allah’tan başka ilâh yoktur dediğim ve O’na ibadet ettiğim için) beni yurdumdan çıkardı” demişti (Buhârî, Menakıbu’l-Ensâr, 45).
Allah Teâlâ, kendisi için hicret eden Muhacirlerin, günahları dahi olsa onların bağışlanacağını ve sorgulanmayacaklarını bildirmektedir: “Hicret edenler memleketlerinden çıkanlar, benim yolumda eziyete uğrayanlar, öldürülenler ve ölenlerin günahlarını mutlaka örteceğim” (Alû İmran, 3/145); “Ey Muhammed! Şüphesiz ki Rabbin mihnete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra cihad eden ve işkencelere sabredenleri affeder” (en-Nahl, 16/110).
Diğer bir âyet-i kerîmede onlar hakkında; “Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülenleri veya ölenleri elbette Allah güzel bir rızıkla rızıklandırır. Şüphesiz rızık verenlerin en hayırlısı sadece Allah’tır” (el-Hac, 22/58).
Allah Teâlâ, bütün mal varlıklarını terkedip, büyük bir fedakârlıkla Rasûlüne uyan muhacirler için, ganimetlerden fazla bir pay ayırdığı gibi onların, gerçek anlamda davalarında samimi kimseler olduklarını bildirmektedir; “Bu ganimet mallarında, bilhassa yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış, Allah’ın lütuf ve rızasını isteyen, Allah ve Rasulüne yardım eden fakir Muhacirlerin hakkı vardır. İşte samimi olanlar onlardır” (el-Haşr, 59/8):
Ayrıca, zulme uğrayıp, sırf Allah rızası için yurtlarını terkeden Muhacirler, âhirette çok büyük mükafatlarla mükafatlandırılacakları gibi, aynı zamanda bu dünya hayatında da yaptıkları fedakârlıkların karşılığını fazlasıyla göreceklerdir: “Zulme uğradıktan sonra, Allah’ın rızası için hicret eden mü’minleri, dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz. Ahiretin mükâfatı ise daha büyüktür. Bir bilseler…” (en-Nahl, 16/41).
Bazı âyetlerde Muhacirlerin, iyilikleri ve imanları övülürken, Ensar ve Allah yolunda cihad edenler de onlarla birlikte zikredilmektedir: “İman edenler, hicret edenler, muhacirleri barındırıp yardımda bulunanlar, işte onlar gerçek mü’minlerdir” (el-Enfâl, 8/74).
Hicret eden Muhacirler ve onları barındıran Ensar topluluğundan bahseden âyetlerde genellikle, Mekke’nin fethine kadar Medine’ye hicret etmiş müslümanlar ve onlara hiç bir fedakarlıktan kaçınmadan yardım eden Medineliler söz konusu edilmektedir. Ancak, bu kavramların işaret ettiği gruplar kıyamete kadar var olacaktır. Çünkü cihad, yer yüzünde kâfirler var oldukça sürecek, zulüm var oldukça da, dinlerini yaşamak ve kendilerine bir üs edinmek için yurtlarını, her şeylerini bırakarak terkeden muhacirler her zaman mevcud olacaktır. Dolayısıyla, ilk Muhacirlerle kıyas yapmak mümkün olmamakla birlikte, sırf; “Allah’tan başka Rab yoktur” dediği için yurdundan çıkarılanlar da bu âyetlerde övülen muhacirler topluluğundandırlar.
Allah’ın indirdiklerine riayet etmeyip, müşrikler tarafından zorlandıkları şekilde hayat sürenlerin, öldükleri ıaman bu durum sorulduğunda ileri sürdükleri mazerete, meleklerin verdiği cevap, hicretin sürekliliği ve kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır: “Melekler, o kendilerine zulmedenlere, canlarını aldıklarında: Ne yaptınız?”derler. Onlarda; Biz yeryüzünde zayıf düşürülmüştük” derler. Melekler ise; “Allah’ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz?” derler. İşte bunların varacağı yer cehennemdir. O ne kötü bir yerdir!” (en-Nisa, 4/97).
Hicret, muhacirler için bir kaçış değildir. Hicret yurdu, muhacirlerin diğer kardeşleriyle birlikte toparlanıp, planlı bir şekilde, kâfirler tarafından çıkartıldıkları toprakları tekrar Allah’ın dininin hâkim olduğu topraklarlara çevirmek için üslendiği bir kârargahtır. Bu, ilk Muhacirler için böyle olduğu gibi, bugün ve gelecekte de böyle olacaktır (Ayrıca bk. Hicret mad.).
Ömer TELLİOĞLU