Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1881’de Selanik’te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım’dır. Ali Rıza Efendi evkaf katipliği ve rüsumat (gümrük) memurluklarında bulunduktan sonra Selanik Asakir-i Milliye Taburu’nda birinci mülazım (üsteğmen) olarak görev almıştı. Ali Rıza Efendi daha sonra bu görevden de ayrılarak kereste ticaretiyle meşgul olmaya başladı.
Atatürk’ün asıl adı Mustafa’dır. Babası Ali Rıza Efendi ileri görüşlü bir adamdı, oğlunu yeni usullere göre yetiştirmek istiyordu. Halbuki Zübeyde Hanım, küçük Mustafa’nın eski usullere göre mahalle mektebine başlamasına taraftardı. Mustafa’nın eğitimi konusunda ana-baba arasındaki fikir ayrılığı Ali Rıza Efendi’nin zaferiyle sona erdi.
Selanik’te yeni açılmış bir özel okul vardı: Şemsi Efendi Mektebi. Burası zamanın yeni usullerine uygun bir eğitim sistemi tatbik ediyordu. Mustafa, bu okula verildi.
Atatürk Anlatıyor
Atatürk, çocukluk hatıralarından bahsederken okula girişini şöyle anlatır:
“Çocukluğuma dair ilk hatırladığım şey, mektebe gitmek meselesine aittir. Bundan dolayı anamla babam arasında şiddetli bir mücadele vardı. Annem, ilahilerle mektebe başlamamı ve mahalle mektebine gitmemi istiyordu. Rüsumatta memur olan babam, o zaman yeni açılan Şemsi Efendi’nin mektebine devam etmeme ve yeni usul üzerine okumama taraftardı. Nihayet babam işi mahirane surette halletti: Evvela merasim-i mûtade ile mahalle mektebine başladım. Bu suretle annemin gönlü yapılmış oldu. Birkaç gün sonra da mahalle mektebinden çıktım Şemsi Efendi’nin mektebine kaydedildim.“
Ancak, çok geçmeden babasının ölümü üzerine Atatürk, annesiyle birlikte, dayısının yanına yerleşmek zorunda kaldı. Okuldan da ayrılmıştı. Atatürk’ün dayısı bir köyde oturuyordu. Mustafa’ya, kız kardeşiyle (Bayan Makbule Atadan’la) birlikte tarla bekçiliği yaptırmaya başladı. Mustafa’nın annesi, oğlunun okulsuz kaldığını görünce, onu Selanik’teki büyükannesiyle teyzesinin yanına gönderdi.
Mustafa bu defa da Selanik’teki Mülkiye İdadisi’ne kaydedildi. Fakat, geçen fena bir olay onun bu okuldan ayrılmasına sebep oldu. Atatürk olayı şöyle anlatır:
“Mektepte Kaymak Hafız isminde bir hoca vardı. Bir gün sınıfımıza ders verirken, ben diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı. Çok dövdü. Bütün vücudum kan içinde kaldı. Büyük validem zaten mektepte okumama aleyhtardı. Beni derhal mektepten çıkardı.“
O sırada Mustafa’nın annesi de Selanik’e gelmişti. Mustafa Askeri Rüştiye’ye girmek istiyordu. İçinde askerliğe karşı dayanılmaz bir istek vardı. Halbuki annesi onun asker olmasını istemiyordu. Mustafa buna rağmen gizlice okulun imtihanına girdi, kazandı; böylece, annesine oldu bitti yaparak Selanik Askeri Rüştiyesi’ne girdi.
Mustafa “Kemal” Adını Alıyor
Askeri okulda, Mustafa kendisini öğretmenlerine çok sevdirmişti. Özellikle matematik derslerinde başarı gösteriyordu. Bazı öğretmenleri ona küçük bir arkadaş muamelesi ediyordu.
Matematik öğretmeninin adı Mustafa’ydı. Bir gün öğrencisi küçük Mustafa’ya:- “Oğlum, senin de ismin Mustafa, benim de… Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun” dedi. İşte o zamandan sonra Atatürk’ün ilk adları Mustafa Kemal oldu.
Mustafa Kemal Selanik Askeri Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra 1895’te Askeri idadi’ye kaydolundu. Başarıları burada da devam etti ve okulu iyi dereceyle bitirdi. 13 Mart 1899’da da İstanbul’a gelerek Mekteb-i Harbiye’ye (Harb Okulu’na) girdi.
Mustafa Kemal birinci sınıftaki hayatından şöyle bahseder: “Birinci sınıfta saf gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri ihmal ettim. Senenin nasıl geçtiğinin hiç farkında olmadım. Ancak, dersler kesilince kitaplara sarıldım.“
Piyade sınıfında okuyan Mustafa Kemal’in kafasında yavaş yavaş siyasi düşünceler yer almaya başlıyordu. İkinci Abdülhamit devrinin bu en sıkı günlerinde, Atatürk gizli gizli Namık Kemal’in eserlerini okurdu. Okuldaki üç yıllık öğrenimini başarıyla tamamladıktan sonra, kurmay yetiştirilmek üzere seçildi, 1902’de Erkan-ı Harbiye (Harb Akademisi) sınıfına girdi.
Vatani Duyguların Gelişmesi
Atatürk Erkan-ı Harbiye sınıfında derslere iyi çalışıyordu. Ayrıca gerek onda, gerek bazı arkadaşlarında uyanık fikirler peyda olmuştu. Memleketin idaresinde, siyasetinde kötülükler olduğunu görmeye başladılar, Atatürk Harp Okulu öğrencilerine bunları anlatmak istiyordu. Okul öğrencileri arasında okunmak üzere, el yazısı ile bir gazete kurdu.
Şüphesiz bu durum okul idaresinin gözünden kaçmamıştı. Bir gün, boş sınıflardan birinde, Atatürk gazetenin yazıları ile meşgulken okul komutanı Rıza Paşa sınıfı basarak onları yakaladı. Ancak, gençlerin heyecanını iyi anladığı için bir ceza vermeye lüzum görmedi.
İşte Atatürk, daha Harp Okulu’ndayken memleketin durumu ile bu şekilde ilgileniyor, bir yandan da askerlik bilgilerini artırmaya çalışıyordu. Nihayet 11 Ocak 1905’te kurmaylık hakkını kazanarak mezun oldu.
Atatürk ve arkadaşları İstanbul’da kaldıkları müddetçe birlikte çalışmak üzere bir apartman kiraladılar. Burada toplanıyor, memleket meselelerini görüşüyorlardı. Bu hareketleri hafiyeler vasıtası ile Abdülhamit’e aksetti. Yıldız’da sorguya çekilen Atatürk’ün bir suçu tespit edilemedi, fakat uyanık fikirleri bakımından tehlikeli görülerek stajını, merkezi Şam’da bulunan Beşinci Ordu’da yapmak üzere, İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Otuzuncu Süvari Alayı’na gönderildi, bulunduğu bölge sınırları dışına çıkmaması için de emir verildi.
Kıta hayatı Atatürk’e memleket görme, halkı yakından tanıma, hürriyet fikirlerini aşılama için fırsatlar verdi. 1906 ekiminde Şam’da arkadaşları ile Vatan ve Hürriyet adında bir cemiyet kurdu. Staj bahanesiyle gezdiği yerlerde fikirlerini ordu subaylarına aşıladı. Askerlik yönünden yüksek kabiliyetini de göstererek Dürzi isyanının bastırılmasında bulundu. Vatan ve Hürriyet fikirlerinin orada daha kolaylıkla yayılacağını bildiği için gizlice Selanik’e gitti, cemiyetin bir şubesini kurdu.
Atatürk’ün Suriye’den kaçtığını haber alan İstanbul hükümeti yakalanması için Selanik’e haber göndermiş, Yafa’daki komutanına da nerede olduğunu sormuştu. Atatürk’ün kurduğu cemiyete dahil bulunan komutan onun bir hudut meselesi için görevli olarak gönderildiğini bildirdi. Bu sırada arandığını haber alan Atatürk Yafa’ya geldi. Bir müddet sonra Topçu stajını yapmak üzere Şam’a gitti, 20 Haziran 1907’de kolağası (önyüzbaşı) oldu, ordu kurmay heyetine geçti.
1907 eylülünde Makedonya’da Üçüncü Ordu’ya tayin edilen Atatürk Manastır’daki ordu karargahında görevlendirilmişti. Fakat Selanik’te kurulan bir numune alayını teftiş ederken gösterdiği bilgi ve fikirleriyle dikkati üzerine çekti, Selanik’te alıkondu, kendisine ayrıca Selanik-Üsküp demiryolu müfettişliği de verildi.
Hareket Ordusu
23 temmuz 1908’de Meşrutiyet ilan edildi. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, merkezi Selanik’te bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılmıştı. Atatürk, II. Abdülhamit’in istibdadına son vermek için gizli gizli çalışan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde faal bir rol oynamaya başladı. Özellikle demiryolu müfettişliği vazifesi ona teşkilat içinde daha geniş iş görme imkanı veriyordu. Ancak, bazı arkadaşları ile aralarında çıkan fikir ayrılığı üzerine Atatürk bir müddet için kendisini siyasetten ayırarak tamamen askerliğe verdi. Bu arada bir Alman generalinin “Takımın Muharebe Talimi” adlı eserini tercüme ederek bastırdı.
Bu sırada İstanbul’da 31 Mart (13 Nisan 1909) olayı patlak verdi. Bu hareketi bastırmak için Rumeli’de büyük bir ordu kurulması gerekiyordu. Mustafa Kemal ordunun kurulması işinde faal bir rol aldığı gibi orduya verilen Hareket Ordusu adını da kendi buldu, orduda kurmay başkanı olarak, İstanbul önlerine geldi. Ordu Komutanlığı tarafından İstanbul halkına yayınlanan beyannameyi de kendisi yazdı.
Atatürk, ayaklanmanın bastırılmasından sonra, Selanik’e döndü. Ancak, İttihat ve Terakki partisi ileri gelenleriyle arasında bazı fikir ayrılıkları çıkmıştı. Bu yüzden, gene siyasi hayatına ara verdi. Atatürk o devreye ait hatıralarından bahsederken şöyle der:
“Henüz kolağası rütbesinde olduğum halde, ordunun talim ve terbiyesiyle uğraşıyordum. Bu itibarla şifahi ve tahriri birçok tenkid yapmak mecburiyeti hasıl oluyor, bu tenkidler bilhassa eski kumandanları rencide ediyordu. Bunun, benim ameli olmaktan ziyade nazariyatçı olduğumdan ileri geldiğine zahip olarak beni, mücazat kabilimden, 38. piyade alayına kumandan yaptılar.“
Ancak, Atatürk’ün Selanik’teki çalışmalarında büyük başarılar göstermesi üzerine, bu çalışmalardan kuşkulananlar onu Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın marifetiyle İstanbul’a aldırdılar. Atatürk 13 Eylül 1911’de İstanbul’da, Genelkurmay Başkanlığındaki görevine başladı, daha önce Mahmut Şevket Paşa’nın kurmay başkanı sıfatı ile Arnavutluk harekatında ve Fransa’nın Picardie manevralarında Osmanlı hükümetinin askeri ataşesi Fethi Bey (Okyar) ile birlikte bulundu (1910).
Trablusgarb ve Balkan Savaşı
27 Eylül 1911’de İtalyanlar’ın Trablusgarb’a saldırması üzerine Atatürk Mısır yolu ile Tobruk’a giderek oradaki Türk kuvvetlerinin kurmaylığını ele aldı. 27 kasım 1911′ de binbaşılığa terfi eden Atatürk 22 ocak 1912’de Berka’da düşmana karşı hücuma geçerek Türk silahlı kuvvetlerinin ilk başarısını sağladı, Derne’deki kuvvetlerin başına geçerek, en güç şartlar içinde, üstün düşman kuvvetlerine karşı koydu.
Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine Avrupa yolu ile Romanya üzerinden İstanbul’a gelen Atatürk Gelibolu yarımadasını korumak üzere Bolayır’da toplanmış olan kuvvetlerin harekat şubesi müdürlüğüne tayin edildi. Bir müddet sonra bu kolordunun kurmay başkanı oldu. Ordu komutanı bulunmadığından bu görevi de üzerine aldı.
Balkan Savaşı’ndan sonra 27 ekim 1913’te Sofya askeri ataşeliğine tayin edilen Atatürk’ün 1 mart 1914’te rütbesi yarbaylığa yükseltilerek Bükreş, Belgrad ve Çetine askeri ataşelikleri de ek görev olarak kendisine verildi.
Birinci Dünya Savaşı
Atatürk Birinci Dünya Savaşının başlamasından sonra da, 1915 yılı başına kadar, Sofya’da kaldı. Kendisi Osmanlı Devleti’nin bu savaşa katılmakta acele ettiğine kani idi. Savaşın gelişmesini de büyük bir dikkatle takip ediyor, Almanya ve müttefikleri için savaşın fenaçok kötü sonuçlar doğuracağını yakınındakilere söylüyordu. Ancak, gene de Sofya’da ateşe olarak kalmayı doğru bulmuyordu. Kendisine faal bir vazife verilmesini ısrarla istedi. Bunun üzerine, Tekirdağ’da kurulmasına karar verilen bir tümenin komutanlığına getirildi.
Atatürk’ün 20 gün gibi kısa bir zamanda kurduğu tümen 19. Fırka adı ile Çanakkale savaşlarına katıldı. O sırada Alman Generali Liman von Sanders bu bölgedeki ordunun komutanıydı. Atatürk’ün emrindeki tümen Arıburnu ve Anafartalar’da çok üstün düşman kuvvetlerine karşı savaşarak büyük başarılar kazandı.
Atatürk 1915’in sonlarında Edirne’deki 16. Kolordu komutanlığına tayin edildi. 1916 şubatında Diyarbakır’a gitti. 1 nisan 1916’da da generalliğe terfi etti. Buradaki başarılarından ötürü kendisine kılıçlı altın imtiyaz Madalyası verildi.
1917’de Alman generallerinden Falkenhayn’ın başında bulunduğu Yıldırım Orduları grup komutanlığına bağlı 7. Ordunun komutanlığına getirildi. Bu ordu Halep’te toplanıyordu. Ancak, Atatürk grup komutanının düşüncelerini vatanının aleyhinde gördüğünden ordu komutanlığını bıraktı, İstanbul’a geldi. Gerçekten, Atatürk İstanbul’a geldikten sonra, İngilizler’in yaptıkları bir taarruzla Filistin’in ve Kudüs’ün elden çıkması onun fikirlerinin doğru olduğunu gösterdi. Atatürk Veliaht Vahdettin Efendinin 15 aralık 1917 – 5 ocak 1918 tarihleri arasında yaptığı Almanya seyahatine katıldı. İmparator II. Wilhelm, Mareşal Hindenburg ve Ludendorff’la görüştü ve onlara savaşın kendileri için fena sonuçlar doğuracağını anlatmaya çalıştı.
Atatürk Almanya’dan dönüşünde hastalandı, tedavi için Viyana ve Karlsbad’a gitti. Bu arada V. Mehmet ölmüş, yerine VI. Mehmet adı ile Vahdettin tahta çıkmıştı (5 temmuz 1918). Vahdettin Atatürk’e 7. ordunun başına geçmesini teklif etti.
18 eylül 1918’de Nablus’un güneyinde yerleşmiş bulunan ordunun başına geçen Atatürk durumun, ümitsizliğini ve yeni bir düşman taarruzunun yakın olduğunu gördü. 18/19 eylül gecesi başlayan ve çok üstün kuvvetlerle gelişen taarruz karşısında diğer ordular kısım kısım esir düştüğü halde Atatürk kendi ordusunu muntazam bir halde çekmeye muvaffak oldu.
Mareşal Liman von Sanders 30 eylül 1918’de Atatürk’ü, bozulan 4. ve 8. orduların efradını da vererek Rayak’ta yeni bir savunma cephesi kurmaya memur ettiyse de daha o gün düşman kuvvetleri Şam’a girdi. 5 ekim 1918’de Halep’e gelen Atatürk şehrin kuzeyinde asi Arap kuvvetleriyle yaptığı savaşı kazanarak düşman ordusunun ilerlemesini önledi. 26 ekim 1918’de de Antakya çevresini fiili hudutlarımızın içine aldı.
30 ekim 1918’de Osmanlı Devleti’nin imzaldığı Mondros mütarekesiyle Yıldırım Orduları Grup Komutanı Mareşal Liman von Sanders görevinden ayrılmış ve yerine Atatürk tayin edilmişti. Atatürk mütareke ahkamına uyularak kayıtsız ve şartsız teslimi kabul etmedi, emrindeki silah ve kuvvetleri muhafaza fikrinde olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Yıldırım Orduları Grubu lağvedildi.
Atatürk ilerideki bir savaşın hazırlıklarını yaparak bir kısım silah ve cephaneyi emin ellere bırakmayı ihmal etmedi. Böylece Maraş, Urfa, Gaziantep savunmalarının temelini hazırladı. Atatürk, 13 kasım 1918 günü, düşman donanmasının İstanbul limanına girdiği sırada, sessizce Haydarpaşa’ya gelmiş ve karşıya geçerek Beşiktaş’ta, Akaretler’de bulunan annesinin evine varmıştı. İlk işi hükümet adamlarına hatalarını anlatarak milli ülkülere bağlı kuvvetli bir kabine teşkili için onları teşvik etmek oldu. Atatürk bu teşebbüsünden olumlu bir netice çıkmayacağını gürünce Vahdettin’e müracaat etti, 22 kasım günü kendisiyle görüşerek memleketi kurtarmak için yapılması gereken işleri anlattı. Bu görüşme esnasında padişahtan da bir şey beklemenin abes olduğunu anladı.
Milli Mücadele
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda memleket tam anlamı ile düşman nüfuzu altına girmeye başlamıştı. Gittikçe artan yabancı nüfuzunun etkisi altında hükümet zayıflarken bir yandan da ordu terhis ediliyordu. Memleketin kurtulacağından ümitlerini kesenler kendi çanlarını kurtarmak kaygısına düşmüşlerdi.
Atatürk bir müddet Pera Palas Oteli’nde kalarak oradaki yabancılarla temas edip, onlara memleketin davalarını anlatmaya çalıştı. Sonra, Şişli’de bir eve yerleşti (şimdiki Atatürk Müzesi). Burada güvendiği arkadaşlarını topluyor, onlara telkinlerde bulunarak kurtuluş yollarını gösteriyordu. Bu sırada Sofya’da ataşe iken yazdığı “Zabit ve Kumandanla Hasbıhal” adında küçük kitabını yayınladı.
Bir gün Şişli’deki evine arkadaşı Kurmay Albay İsmet Bey’i (İsmet İnönü) davet etti. Ona memleketin kurtuluşu hakkındaki fikirlerini açıkça anlattı. Albay İsmet Bey onun bütün söylediklerini benimsedi, birlikte çalışmaya karar verdiler.
19 Mayıs 1919
30 nisan 1919 tarihinde Atatürk 9. Ordu müfettişliğine tayin edildi. İlgili makamlarla temasa geçerek, yetkilerini belirten yönetmeliği kendisi hazırladı. Bu arada, bölgesi içinde ve yakınlarında bulunan mülkiye amirlerinin de kendi direktiflerine uyması için gerekli tebliğlerin yapılmasını sağladı. Atatürk askeri ve mülki bir müfettiş yetkisini elde ediyor, düşündüklerini kolay başarmak için işine yarayacak vasıtayı ve beraber çalışacağı arkadaşları temine uğraşıyordu.
Hareketinden önce bazı hükümet erkanı arasında yabancı komiserleri de ziyaret eden Atatürk’ten şüphelenilmeye başlandı. O zaman hükümet reisi bulunan Damat Ferit Paşa bir yemek davetinde bu müfettişliğin mahiyetini anlamaya çalıştı. Yemekten sonra Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi olan Cevat Paşa gizlice: “Bir şey mi yapacaksın, Kemal?” dediği zaman Atatürk “Evet, Paşam, bir şey yapacağım” cevabını verdi.
15 mayıs 1919 günü Yunanlılar İzmir’i işgal etmişlerdi. Veda için Babıali’ye giderek nazırlarla görüşen Atatürk meyus olan bu devlet erkanına “Celadet gösteriniz” tavsiyesinde bulundu. 16 mayıs 1919 akşamı, bindiği geminin batırılacağı kendisine haber verildiği zaman “Burada kalıp tevkif edilmeye denizde boğulmayı tercih ederim” diyerek küçük ve eski bir gemi olan “Bandırma” vapuru ile yola çıktı.
19 mayıs 1919 pazartesi günü Samsun’da Anadolu toprağına ayak basan Atatürk, bir hafta kadar orada kalarak, 25 mayıs 1919′ da Havza’ya gitti. İlk iş olarak Pontus hülyası peşinde koşan Samsun ve civarı Rumlarını yola getirerek asayişi sağladı. Atatürk’ün çok iyi tanıdığı yurtseverler, Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri ve belediyeler vasıtası ile, başa geçmesini istiyorlardı. Atatürk milli kurtuluş davası yolunda düşündüklerini tatbike, bu arada halkla temasa başladı. Kuvvetli şahsiyeti etrafında kitleler birikiyor, memleketin düşman çizmesi altında bulunan yerlerindeki yurttaşların ıstırabını duyan halk ondan bir şeyler bekliyordu.
28 mayıs 1919’da Havza’dan idare amirlerine, komutanlara, milli teşekküllere gizli birer tamim göndererek, Türk milletinin içine düştüğü ölüm tehlikesini, yurdun her taraftan düşmanla ve ihanetlerle çevrilmiş bulunduğunu anlattı. Halkı mitinglere, kurtuluş fikri üzerinde birliğe, milli heyecanlara teşvik etti. Ertesi gün de, kolordulara yolladığı bir ordu emriyle her taraftan gelebilecek istila ordularına karşı tutulacak savunma sistemini anlattı. Osmanlıyı büyük devletlerden birinin himayesi altına sokmak isteyen Sadrazam Damat Ferit Paşa’ya da bir protesto telgrafı çekti.
Damat Ferit’in İtilaf Devletleri’nin Paris’te topladıkları barış konferansına gitme kararını şiddetle protesto için tekrar tamimler çıkardı. Milleti çevresi etrafında topladığını gören düşman, Atatürk’ü İstanbul’a aldırmak için hükümete baskı yapmaya başladı. Atatürk Harbiye Nazırının davetini kabul etmedi, üzerine aldığı işte sonuna kadar çalışacağını bildirdi. Mütareke hükümlerine göre, Diyarbakır’dan toplanan on binlerce tüfek mekanizmasını Samsun’a getiren kervana da el koydu.
Erzurum ve Sivas Kongreleri
Atatürk artık vakit geçirmeden Milli Mücadele faaliyetine başlamak istiyordu. Anadolu’nun en emin yerlerinden biri olarak kabul ettiği Sivas’ta “Ecnebi devletlerin nüfuz ve tesirinden tamamiyle azade kalarak milletin gür sesini cihana duyurmak üzere” bir kongre toplanmasına karar vermişti. Haziran 1919’da tarihi bir genelge (tamim) hazırlayarak milleti birlikte çalışmaya çağırdı. Bu genelgede memleketin tehlike içinde bulunduğundan, yurdun ve milletin bu tehlikeden ancak kendi azmi sayesinde kurtulabileceğinden bahsederek, Sivas’ta toplanacak olan büyük kongreyi haber veriyordu.
Bu arada, Dahiliye Nazırı Ali Kemal vali ve mutasarrıflara gizli bir telgraf çekerek Mustafa Kemal’in azledildiğini, hiçbir sıfatı kalmadığını, artık emirlerinin dinlenmemesini bildirmişti. O sırada, Atatürk, Elazığ valiliğine gitmekte olan birinin kendisini yakalatmak için tertibat aldığını duymuş, gizlice Sivas’a hareket etmişti.
Atatürk 27 haziran 1919’da Sivas’a vardı. Ordu ve halk onu candan karşıladılar. Hemen Elazığ valisi Ali Galip’i sorguya çekti. Ali Galip ondan özür dileyerek görünüşün böyle olduğunu, aslında ona hizmet etmek istediğini söyledi. Atatürk Sadrazam ve Harbiye Nazırına telgraflar çekerek bu hareketleri protesto etti. Öte yandan, valilere de birer telgraf göndererek milletin hizmetinde olduğunu, vatanı kurtarmak için çalışacağını anlattı.
Temmuz başlarında Erzurum’a geçen Atatürk orada etrafındakilere şöyle diyordu:
“Yapılacak işin, resmi makam ve üniformaya sığınarak idaresi kabil değildir. Bu tarzın bir derecesi olabilir. Fakat artık o devir geçmiştir. Alenen ortaya çıkmak ve milletin hukuku namına yüksek sesle bağırmak, bütün milleti bu sevdaya iştirak ettirmek lazımdır.“
Atatürk bu sözleriyle artık milli kurtuluş için ortaya atılmak kararını anlattı. Onlar da Atatürk’e, her emrini yerine getireceklerine dair söz verdiler.
Atatürk Erzurum’da askerlikten ayrıldı. Bu arada hem padişah adına Mabeyn Başkatibinden, hem de Harbiye Nazırından hareketlerinin yabancıların dikkatini çektiğini ve bu işlerden vazgeçmesini bildiren telgraflar aldı. Bu telgraflarda iki ay izinli sayıldığı, istediği yerde istirahat edebileceği bildiriliyordu. Atatürk bu iki telgrafa da Anadolu’dan ayrılamıyacağını bildiren cevaplar verdi.
Erzurum Kongresi 23 temmuz 1919’da toplantılarına başladı, 7 ağustos 1919’da sona erdi. Bu kongrece kabul edilen kararların başında düşman işgalinin kabul edilmiyeceği belirtiliyordu. Kongre bir Heyet-i Temsiliye kurulmasına karar vermişti.
Bir ay geçmeden, 4 eylül 1919’da, Sivas Kongresi toplandı. Bu kongrenin başlıca konusunu da Erzurum Kongresi’nde görüşülen hususlar teşkil etti. Atatürk Heyet-i Temsiliye Başkanlığına seçildi.
Bu sırada, Türkiye’deki durum hakkında soruşturma ve araştırmalarda bulunmak üzere Harbord adında bir Amerikan generali Sivas’a gelmişti. General Harbord burada Atatürk’le görüştü. Atatürk ona kurtuluş hareketinin gayesini anlattı. Amerikan generali bu hareketlerde başarı kazanılmadığı takdirde ne yapmayı düşündüğünü sorduğu zaman Atatürk, ona milletin “Ya kurtuluş, ya ölüm!” azmini belirten şu veciz cevabı verdi:
“Bir millet mevcudiyet ve istiklalini temin için tasavvuru kabil olan teşebbüsat ve fedakarlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olamazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Binaenaleyh millet hayatta oldukça ve fedakarlıkta devam eyledikçe başarısızlık bahis mevzuu olamaz.“
Büyük Millet Meclisi Toplanıyor
Atatürk, Heyet-i Temsiliye’nin başında olarak, 18 aralık 1919’da Sivas’tan Ankara’ya hareket etti. Kayseri’ye, Kırşehir’e uğrayıp halkla temaslar yaparak 27 Aralık 1919’da ilk defa Ankara’ya geldi.
Ankara’yı milli hareketin merkezi haline getiren Atatürk 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisini toplayıncaya kadar Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak çalıştı, bu arada, çok ağır şartlar altında, sınırları kuşatan düşmanlarla ve özellikle İstanbul Hükümeti ve onun Anadolu’da ayaklandırdığı asilerle uğraşmak zorunda kaldı. İtilaf Kuvvetleri 16 martta İstanbul’u işgal altına almış, 150 Türk aydınını tevkif ettirmiş, Osmanlı hükümetini bir kukla haline düşürerek ona “Kuva-i İnzibatiye” adında bir kuvvet kurdurmuş, kardeş kanı döktürtmek için Anadolu içerilerine sevke başlamıştı.
Buna karşılık Atatürk işgal altındaki yerlerde bulunan bütün subay ve milletvekillerini Anadolu’ya davet ederek, gazetelere bildiri göndererek milli şuuru uyandırmaya devam etti. Değerli şahsiyetinin etrafında fikir, beden ve silah kuvvetlerini topladı. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’ni açtı, Meclisin kurulduğunu, askeri ve mülki idarenin bu Millet Meclisi tarafından yönetileceğini yabancı devletlerin dışişleri bakanlarına bildirdi.
Atatürk Büyük Millet Meclisi’nin 19 ağustos 1920 toplantısında Sevres (Sevr) Antlaşmasını imzalayan Osmanlı hükümeti erkanını vatan haini ilan etti, bu antlaşmayı tanımadığını, Büyük Millet Meclisi Hükümetinin bu antlaşma hükümlerini kabul etmediğini bildirdi. 24 eylülde Türk topraklarına saldıran Taşnakçı Ermenistan’a karşı 28 eylülde taarruza geçen Şark Cephesindeki Türk kuvvetleri üst üste zaferler kazanarak Sarıkamış, Kars ve Gümrü’yü geri aldılar ve 18 kasımda mütareke ilan edilerek 2/3 aralık gecesi Gümrü Antlaşması imza edildi, böylece Atatürk’ün önderliğiyle, şahsi gayret ve faaliyetiyle meydana getirdiği hükümet kendisini tanıtmış oldu.
Kurtuluş Savaşı
Artık memleketi düşmanlardan kurtarmak için savaşma zamanı gelmişti. Atatürk’ün sarsılmaz azmi ve olaylara nüfuz kabiliyeti etrafındakilerde zaferin mutlaka kazanılacağı inancını uyandırıyordu. Nitekim arka arkaya kazanılan İnönü Zaferleri milletin imanını büsbütün kuvvetlendirmişti.
Anadolu’da kurulan, asıl kudretini milletin hürriyet aşkından ve kahramanlığından alan Anadolu hükümeti günden güne kuvvetleniyor, düşmanlara gerçek bir tehlike olarak görünmeye başlıyordu.
İkinci İnönü Savaşı’ndan sonra Atatürk, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin adayları arasından gelen Büyük Millet Meclisi erkanı arasında bir hizipleşme başladığını görüyordu. En küçük meselelerde bile oyların dağılması, fikir birliği, heyecan birliği kalmaması gibi haller gözünden kaçmıyordu. Misak-ı Milli konusunda bir araya geliveren Meclis erkanı arasında “Teşkilat-ı Esasiye” kanunu maddeleri bahis konusu olduğu zaman anlaşmazlıklar başlamıştı. Atatürk bazan şahsi nüfuzu, ikazları ile Meclis arkadaşlarını teker teker ikna etmek zorunda kaldı. 10 mayıs 1921’de Öğretmen Okulu’nun konferans salonunda 151 milletvekilini toplayan Atatürk “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Meclis Grubu” nu kurdu ve bu grubun başkanlığına kendisi seçildi. Grup I. Büyük Millet Meclisi’nin vazifesi sona erinceye kadar iş gördü, kararların daha kolay alınmasında büyük yardımlar sağladı.
Bu arada Türk yurdunun düşmanları, Atatürk’ün başarılarını ancak onun vücudunu ortadan kaldırmakla önleyeceklerini düşünerek Mustafa Sagir adında bir Hintliyi Hint Müslümanları temsilcisin sıfatı ile, suikast yapmak üzere Anadolu’ya gönderdiler, Atatürk bu adamdan şüphelendi, kontrol altına aldı. Çok geçmeden bu casus yakalanarak Ankara İstiklal Mahkemesi kararı ile idam edildi.
Sakarya Zaferi
Atatürk bir yandan iç işlerle uğraşırken bir yandan da yeni bir savaşın hazırlıklarını yapıyordu. Yunanlılar Sakarya çevresinde hücuma geçmişlerdi. Atatürk 5 ağustos 1921’de Büyük Millet Meclisi’nden başkomutan olarak yetki aldıktan sonra 2 Ağustos’ta Polatlı’da cephe karargahıha gitti. Savaş 23 ağustosta başladı ve geceli gündüzlü üç hafta sürdü.
Bu savaşın kazanılmasında Atatürk’ün sarsılmaz iradesinin çok büyük payı vardı. Savaşın ilk sıralarında cephemiz zaman zaman bozuluyordu. Atatürk savaşların bu kısmını şöyle anlatır:
“Meydan muharebesi 100 kilometrelik cephe üzerinde cereyan ediyordu. Sol cenahımız Ankara’nın elli kilometre cehubuna kadar çekilmişti. Ordumuzun cephesi garba iken cenuba döndü, arkası Ankara’ya iken şimale verildi. Tebdil-i cephe edilmiş oldu. Bunda hiç beis görmedik. Hatt-ı müdafaalarımız kısım kısım kırılıyordu. Fakat, derakap, kırılan her kısım en yakın bir mesafede yeniden tesis ettiriliyordu. Hatt-ı müdafaaya çok rapt-ı ümit etmek ve onun kırılmasiyle ordunun büyüklüğü ile mütenasip uzun mesafe geriye çekilmek nazariyesini kırmak için memleket müdafaasını başka bir tarzda ifade ve bu ifademde ısrar ve şiddet göstermeyi faydalı ve müessir buldum. Dedim ki: Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh, bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanı ile ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, büyük, küçük her cüz-i tam, bulunduğu mevziden atılabilir, fakat küçük, büyük her cüz-i tam, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip, muharebeye devam eder!“
“Ölmez Bu Vatan…“
Bu savaştan sonra Büyük Millet Meclisi Atatürk’e “Gazi” unvanını ve “müşir” (mareşal) rütbesini verdi (19 eylül 1921).
Sakarya Zaferinin Türkiye lehindeki etkileri çok geçmeden görünmeye başlamıştı. 13 ekim 1921’de Kars Antlaşması, 20 ekimde de Fransızlarla Ankara Sözleşmesi imzalandı. Böylece, doğu ve güney sınırlarımız Misak-ı Milli esasları içinde tanınıyor, güneydeki Fransız işgal kuvvetlerinin memleketten çekilmesi sağlanıyordu.
Düşmana son ve kesin darbeyi vuracak büyük taarruz için Atatürk bir müddet beklemeyi uygun bulmuştu. Bu konuda B. M. Meclisinde tenkidlere uğradı; fakat Atatürk her türlü tenkide inandırıcı cevaplar veriyordu. Taarruzun gecikmesinin başlıca sebebi hazırlıkların tamamlanmakta olmasıydı.
Atatürk 1 mart 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üçüncü çalışma yılı başlarken verdiği nutkunu, şair Mithat Cemal’in :
Ölmez bu vatan, farz-ı muhal, ölse de hatta,
Çekmez kürenin sırtı bu tabut-u cesimi
beytiyle bitirerek, kurtuluş azmini ifade etti.
Başkomutanlık Meydan Savaşı
Başlayacak büyük taarruzun hazırlıkları ağustos içinde iyice hızlanmıştı. Atatürk komutanlarla gizli görüşmeler yapıyordu. Zaten daha haziran ayında taarruz kararı verilmiş bulunuyordu. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa 6 ağustos 1922’de gizli olarak taarruza hazırlık emrini vermişti. Atatürk, taarruzun tam bir baskın şeklinde olması için gereken bütün dikkati gösteriyordu.
26 ağustos 1922 cumartesi sabahı saat 05:30 da taarruz başladı. Tarihimize Başkomutanlık Meydan Savaşı diye geçen bu şiddetli savaş 30 ağustos 1922’de son buldu.
“Ordular, İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!“
Artık düşman yenilmiş, zafer kazanılmıştı. Büyük komutan düşmanın arkasını bırakmamak kararındaydı. Bu maksatla 1 Eylül 1922’de: “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emrini verdi. Bozulan düşman şahlanan ordularımızın önünde kaçıyor, Anadolu, adım adım düşmandan temizleniyordu.
Bu büyük başarının sonucu olarak İtilaf Devletleri mütareke teklif ettiler. Atatürk görüşmelere İsmet İnönü’yü memur etti. 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalandı ve 15 ekimde yürürlüğe girdi.
Atatürk Lausanne (Lozan) Barış Konferansına da en fazla güvendiği arkadaşlarından İsmet İnönü’yü göndermek istiyordu. Bunun için onu önce Hariciye Vekili yaptı, konferansa gidecek heyetin başkanlığına getirdi.
Atatürk 1 kasım 1922’de Meclis’ten çıkardığı bir kanunla Osmanoğullarının saltanatına son verdi. Son Osmanlı hükümdarı VI. Mehmet (Vahdettin) 17 kasım 1922’de, İstanbul’da İngilizler’in “Malaya” savaş gemisine sığınarak memleketten ayrıldı.
14 ocak 1923’te, Atatürk kendisini yetiştiren, zeki, okumuş ve hakikatli bir kadın olan annesini kaybetti. Zübeyde Hanım İzmir’de vefat etti.
29 ocak 1923’te Atatürk, İzmir’de, annesinin de arzu ettiği, Uşaklıgil ailesinden Latife Hanım’la evlendi. Bu evlenme sırasında eski adetleri tamamen bıraktı. Perşembe günü yerine pazartesi günü nikah kıyılmasını istedi ve bu nikah töreninde Latife Hanım da bulundu. (Eski adetlere göre nikah kıyı-lırken, gelin de dahil olmak üzere, kadınlar bulunmazdı).
Türkiye Cumhuriyeti
Atatürk, 8 nisan 1923’te Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adına yeni seçilecek meclisin ilkelerini 9 madde halinde yayınladı. Halk Partisi’nin ana tüzüğünü teşkil eden bu maddelerle, Meclis’e girecek olan milletvekillerinin parti prensiplerini kabul etmiş olmaları gerekiyordu. Atatürk milletvekillerinin siyasi bir anlayış birliğine sahip olmalarını istiyordu.
Atatürk 23 nisan 1923’te tekrar başlayan Lausanne (Lozan) müzakerelerini büyük bir hassasiyetle takip etti, mütemadiyen verdiği direktiflerle nihayet 24 temmuz 1923’te antlaşmanın imzalanmasını, böylece askeri zaferin siyasi bir zaferle tamamlanmasını sağladı. Artık, Misak-ı Milli sınırları içinde genç, bağımsız bir Türkiye kurulmuştu.
İkinci Büyük Millet Meclisi 11 ağustos 1923’te ilk toplantısını yaptı, Atatürk oy birliğiyle Meclis Başkanlığına seçildi. 13 ekim 1923’te Ankara başkent olduktan sonra ortaya çıkan bir kabine buhranı Atatürk’e Türkiye Hükümetinin idare şekli hakkında tasarlamakta olduğu Cumhuriyet rejimini tatbik fırsatını verdi. Devletin şekli esasen cumhuriyetti, fakat Atatürk önce Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek istemişti.
Atatürk, Fethi Okyar’ın başında bulunduğu İcra Vekilleri Heyetini Çankaya’daki köşkünde toplayarak istifa etmelerini bildirdi.
Başlarına bir hükümet kurup idare edemeyeceklerini göstermek istiyordu. Nitekim Meclis’teki muhalifler hükümeti ellerine almak için bütün gayretlerini sarfettikleri halde güvenebilecekleri bir Vekiller Heyeti listesi çıkaramadılar.
28 Ekim 1923 akşamı Atatürk bazı arkadaşlarını yemeğe davet ederek onlara ^”Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” dedi. İsmet İnönü ile yalnız kaldığı zaman bir kanun tasarısı hazırladı. 20 ocak 1921 tarihli anayasanın birinci maddesinin sonuna “Türkiye Devleti’nin şekli hükümeti cumhuriyettir” hükmünü ilave etti. Kanunun diğer maddelerinde yapılacak değişiklikler belirtildi.
29 Ekim 1923 günü, Meclis, İcra Vekilleri Heyetini seçme hususunda büyük bir zorluğa uğramış, Atatürk’ün fikrini sormuştu. Atatürk bazı milletvekilleriyle konuştuktan sonra tasarladığı ve müsveddesini hazırladığı Cumhuriyet teklifini ortaya attı. O gün kabul edilen Cumhuriyet idaresine Atatürk 20:45’te alkışlar arasında ilk Türkiye Cumhurbaşkanı olarak seçildi.
Atatürk’ün Yaptığı Devrimler
Atatürk’ün yapacağı işler Cumhuriyetin ilanı ile bitmemişti. O, memlekette yapılacak daha birçok önemli işler olduğuna inanıyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra Halifeliği kaldırmaya karar verdi.
Fikirlerini Meclis’teki arkadaşlarının da benimsemesini sağlayarak, 3 mart 1924’te çıkarttığı bir kanunla, Halifeliği kaldırdı. Bütün Osmanlı hanedanı mensuplarının Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkmasını sağladı. Böylece, hala kendisine padişah arayanların, geri zihniyette olanların hareketlerine bir set çekti.
Atatürk genç Türkiye Cumhuriyeti’nin en ileri görüşlü bir ferdi sıfatı ile memleket meselelerinin halledilmesine çalışıyordu. Meclis’ten çıkardığı kanunlarla eğitimin laik esaslara dayanmasını sağladı. Şer’iye mahkemelerini kaldırdı, medreseleri kapattı. 1925 yılında orduda kasket ve kep giyilmesini kabul ettirdi.
Atatürk 5 ağustos 1925’te eşi Latife Hanım’dan ayrıldı. Bu ayrılış tamamiyle iki tarafın isteğiyle olmuştu. Atatürk’ün, beraber bulundukları müddet içinde eşiyle birlikte gezilere çıkması, Latife Hanım’ı toplantılarda bulundurması medeni hamleler için halka verilmiş güzel bir örnekti.
Türk kadınının Kurtuluş Savaşı’ndaki büyük yardımını daima şükranla anan ve onu takdir eden Atatürk, her vesileyle bundan bahseder, medeni bir insan cemiyeti olarak Türkiye’de kadınla erkeğin eşit haklara sahip olmasını isterdi. Nihayet 1926’da kabul edilen Medeni Kanunla, hukuk alanındaki inkılabı başardı.
Atatürk’ün arzu ettiği medeni kıyafet devrimi 24 ağustos 1925’te yapıldı. Büyük Önder o gün Kastamonu’ya gitmiş, orada kendisini karşılamaya gelenleri elinde bir panama şapka bulunduğu halde başı açık olarak selamlamıştı.
Atatürk Kastamonu’da ve İnebolu’da söylediği nutukla her bakımdan medeni bir insan olmamız için, kıyafetimizle, fikrimizle, zihniyetimizle değişmemiz gerektiğini anlattı. Bu konudaki nutukları yurtta duyulur duyulmaz yurttaşlar arasında şapka giyenler belirmeye başladı. Büyük Oncü, yurttaşlarını çok iyi tanıdığı için, onlara önayak olmak lazım geldiğini biliyordu.
Seyahattan döndüğü zaman kendisini karşılayan erkeklerin yarısından fazlasının şapka giymiş olduğunu, kadınların arasında da yüzü açık ve çarşafsız olanların bulunduğunu gördü. Nihayet 25 aralık 1925’te kabul edilen bir kanunla Türkiye’de, fes ve kalpak gibi serpuşların giyilmesi yasak edildi.
Atatürk devrimlerini kendi menfaatlerine aykırı bulan ve dini şahsi kazançlarına alet eden, kılık kıyafetleriyle halkı aldatmaya çalışan bazı yobazlar ve geri kafalılar Kurtuluş Savaşı’nda İstanbul hükümeti ve saray tarafından Atatürk aleyhinde harekete geçirilmişti. Bunlar şimdi, fes II. Mahmut zamanında Yunanlılar’dan alınmışken, Türkler’in bütün medeni milletler gibi şapka giymesini İslam dinine sözde yakıştıramıyorlar, boyuna halkın zihnini çeliyoriardı. Bu yobazlara karşı cephe almak zamanı gelmişti. Daha şapka giyilmeden aylarca önce, 13 şubat 1925’te Doğu illerimizde başlayan ve başında Şeyh Said’in bulunduğu isyan Atatürk devrimlerine karşı yapılmış bir hareketti. İçlerinde birçok tarikat mensubunun bulunduğu geri zihniyetti insanlar birtakım cahil ve saf kitleleri kandırmış, böylece silahlı bir ayaklanmaya sürüklemişti.
Bu isyan bir iç savaş halini alıp Cumhuriyet silahlı kuvvetleri tarafından bastırıldıktan sonra Atatürk 30 kasım 1925’te Büyük Millet Meclisi’nin kabul ettiği bir kanunla, boş inanlara bir set çekmek istedi, Türk medeniyetini zaman zaman baltalamış geri zihniyetlerin yuvası bulunan ocakların söndürülmesi için tekkelerin, tarikatların ortadan kaldırılmasını sağladı.
16 aralık 1925 tarihinde Atatürk’ün irşatları üzerine bütün medeni milletlerin kullandığı takvim ve saatin kullanılması da Büyük Millet Meclisi’nce bir kanunla kabul edildi.
Atatürk’e Suikast
Kurtuluş Savaşı’nın başından beri Atatürk’ü çekemeyenler, ona karşı muhalif bir cephe almış olanlar, zaman zaman yüzüne güldükleri, kendisiyle dost geçindikleri halde, bu büyük önderi ortadan kaldırmayı tasarlamışlardı. Devrimler henüz oturmamış, siyasi fikirler henüz istikrar bulmamıştı. Devrimler yüzünden menfaatlerini kaybedenler de pek çoktu. Halkın cehaletinden, inançlarından faydalanarak onları soyan, sömüren insanların bulunması kötü niyet sahipleri için bir fırsattı. Atatürk bir baştı. Bu baş ortadan kaldırılırsa her şey geriye dönecekti.
İşte memleket ve millet aleyhindeki bu caniyane tasavvurları güdenler, Atatürk’ün bir Batı Anadolu seyahatine çıkmasını fırsat bilerek kendisine suikast hazırladılar. Bu suikastın yeri İzmir’di. Halbuki Atatürk İzmir işgal edildiği günlerde içi kan ağlayarak Anadolu’ya ayak basmış, yarattığı bir ordu ile müşterek düşmanı İzmir’den denize dökmüştü. İzmir Atatürk’e en fazla minnettar olan bir şehirdi.
Atatürk İzmir yolundayken, 15 haziran 1926’da bu suikast bir ihbar neticesinde meydana çıktı. Atatürk bu haberi Balıkesir’de aldı. Beş, on vicdansızın, tasarladıkları böyle bir suikastle, memleketi bir felakete doğru götürmek istediklerini görünce, derin bir teessür içinde bulunan vatandaşlarına şöyle dedi:
— “Benim naçiz vücudum bir gün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.“
Büyük Ata bu sözleriyle, Türk milletine beslediği sevgi ve güveni bir defa daha belirtmişti. Büyük Millet Meclisi Atatürk’ün ölümden kurtuluşunu 3 kasım 1926 tarihli toplantısında resmen kutladı.
Büyük Nutuk
Atatürk, İkinci Büyük Millet Meclisi, 26 haziran 1927’de seçim dönemini tamamlayarak dağılınca, yeni seçimden önce toplanacak Cumhuriyet Halk Partisi genel kongresinde bir nutuk söylemeye karar verdi. Bu nutkunda Milli Mücadeleye başladığı günlerden beri vuku bulan olayları, milletçe sarfedilen gayretleri bir bir anlatmak, yurttaşların gözleri önüne sermek istiyordu.
Meclis dağıldıktan sonra, Atatürk 1 temmuz 1927’de İstanbul’a geldi. Bu, 16 mayıs 1919’da ayrıldığı İstanbul’a ondan sonra yaptığı ilk resmi ziyaretti.
C. H. P. Kurultayı 15 ekim 1927’de Ankara’da B. M. M. binasında toplandı. Atatürk Kurtuluş Savaşı’nın bütün askeri ve siyasi safhalarını delilleriyle Türk milletine açıklayan büyük nutkunu 20 ekim 1927 günü akşamına kadar, 36 saat müddetle okudu.
Büyük Ata tarihi nutkunda yalnız Osmanlı hükümetiyle, dört tarafını saran düşmanlar ile değil, bizzat yanında bulunan, iş birliği yaptığı arkadaşları ile olan mücadelesini de anlatmıştır ki, zaman zaman kendisinin bu mücadeleler içinde hemen hemen tek başına kaldığı görülmektedir.
Atatürk, nutkunu söylediği kongrede, Halk Partisi’nin bu kongresinin 7 eylül 1919’da Sivas’ta kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin bir devamı olduğunu belirtmiştir.
Atatürk aynı yıl, 4 temmuz 1927’de İstanbul’da bulunduğu sırada askerlikten emekliye ayrıldı. Yeni yapılacak seçimlerde milletvekili olan ordu mensuplarının ordu ile ilişiğinin kesilmesi gerekçesi buna sebep olmuştu.
Bu seçimde Atatürk gene Ankara’dan milletvekili seçildi ve 1 kasım 1927’de ikinci defa Cumhurbaşkanı oldu.
Harf Devrimi
Atatürk Arap harfleriyle okuyup yazmanın güçlüğünü ve pek fazla zaman almasını kültürümüz bakımından mahzurlu görüyor, Latin harflerinden alınan bir Türk alfabesini ortaya koymak istiyordu. 1927 yılında alfabeyi değiştirmeye karar verdi, Türk Dil Kurumu’nu topladı. Türk alfabesinin imla kuralları tespit edilince, 1 ağustos 1928’de Atatürk Dil Kurumu’nu İstanbul’a çağırdı. Çalışmaları kafi görerek harf devrimini millete mal etmeye artık karar vermişti. 9 Ağustos 1928 akşamı Sarayburnu Parkı’ndaki gazinoda bir müsamereye davet edilmişti. Atatürk orada toplanan halka, yeni Türk alfabesinin kolaylığını, yüzde doksanı okuyup yazma bilmeyen halkamızın bu alfabeyle çok kısa bir zamanda cehaletten kurtulacağını, bunun dünya milletleri karşısındaki değerini, devrim alanındaki ilerlemenin eskiyi atmakla, zihniyetleri değiştirmekle mümkün olacağını anlattı.
Atatürk’ten gelen her devrimi süratle benimseyen halk yeni Türk alfabesini öğrenirken Atatürk de halkı teşvik için şehirleri dolaştı, birçok yerde tahta başında millete kendisi ders verdi. 1 kasım 1928’de Meclis’ten çıkan bir kanunla Harf Devrimi gerçekleşti.
Türk Tarihinin Ana Hatları
Atatürk bundan sonra Türk tarihi konusunu ele aldı. Arapça ve Farsçanın hakim olduğu Osmanlı tarihinde, Türk’ü ve Türklüğü aşağılatıcı bir hava vardı. Atasözlerine kadar işleyen bu yanlış ve haksız zihniyet Atatürk’ün gözünden kaçamazdı. Türk medeniyeti, Türk sanatı, Türk tarihi tamamiyle inkar ediliyordu. Türklerle Avrupalılar arasında tarih boyunca gelip geçen savaşların Avrupalılar üzerinde yarattığı kin dünya edebiyatı gibi dünya tarihine ve dolayısıyla Türk tarihine tesir etmişti.
Büyük imparatorluklar, hanlıklar kurmuş, Avrupa en ilkel bir hayat yaşarken parlak bir medeniyete ulaşmış bulunan Türkler’in bütün başarısı başkalarına mal edilmekteydi Türkler’in Sarı Irktan olduklarını, kabiliyetsizliklerini ileri süren Avrupalılar, üzerinde yaşadığımız, medeni eserlerle süslediğimiz yurdumuzu bile bize layık görmüyor, Anadolu’yu kendilerine mal etmek istiyor, bu iddiayı her siyasi buhranda ileri sürüyorlardı.
Atatürk, Türk’ün ve Türklüğün ne olduğunu gerçek cephesiyle kendi çocuklarımıza olsun tanıtma zamanı geldiğine çoktan kani idi. Haksız, iftiracı ve kinci tesirlerin altında yanlış yazılmış olan tarih kitaplarımızın üzerinde 1929 yılında çalışngaya başlıyan Atatürk, kendi görüşlerine katılan tarih bilginlerine tarih konusu ve kaynaklan üzerinde çalışmalarını bildirdi, onların çalışmalarını yakından takip etti. 1930 yılı başlarında, dinlenmekte bulunduğu Yalova’da tarih üzerindeki çalışmalarını hızlandırdı, hemen hemen kendi kaleminden çıkan, pek az sayıda basılarak tarih çalışmalarına rehber teşkil eden ve bir anket mahiyetinde olan “Türk Tarihinin Ana Hatları” nı yazdı.
Atatürk’ün kurduğu tarih bilginleri heyeti (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti) 15 nisan 1931’de resmi bir dernek haline geldi, sonradan Türk Tarih Kurumu adını aldı. 1931-1932 yıllarında, okullarda okutulan tarih kitapları böylece meydana geldi. 1932 yılında Ankara’da tarih uzmanları, öğretmenler ve profesörlerden kurulu Birinci Türk Tarih Kon-gresi’ne başkanlık eden Atatürk tenkidleri, tartışmaları, raporları derin bir ilgiyle takip ederek gerçeğe ulaşma yolunu aradı.
Dil Devrimi
Atatürk Türk dilinde de bir devrim yapılmasının gerektiğine inanıyordu. Arap ve Fars dillerinin karışması ile özelliğini kaybetmiş bulunan anadilimiz üzerinde araştırmalar yapmak, dilimizi bizim olmayan kelimelerden, karışık tabirlerden temizlemek lazımdı. 1 temmuz 1932’de Atatürk, Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ni kurdu. Yurdumuzun tanınmış Türk dili uzmanlarından teşkil edilen bu cemiyet daha sonra Türk Dil Kurumu adını aldı. 26 eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’n da açtığı Birinci Dil Kurultayı’nda Atatürk, Türk dilini kendi benliğine kavuşturmak için nasıl çalışılacağı hususunda yapılan tartışmaları ve alınan kararlan dikkatle takip etti.
Ekonomide Bağımsızlık
Her bakımdan bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti meydana getirmek istieen Atatürk bağımsızlığın ana şartlarından birinin de ekonomi olduğunu çok iyi takdir etmiş, “iktisadi istiklal olmadıkça milli istiklal olamaz” demişti. Daha Lausanne (Lozan) Barış Antlaşması imzalanmadan önce, 17 şubat 1923’te İzmir’de İktisat Kongresini açtığı zaman ekonomi politikamızın ne olması gerektiğini anlatmıştı. Atatürk ekonomik kalkınmamızın önemine dikkat çekmiş, ekonomimizin muhtaç olduğu büyük sermayenin yabancı kaynaklardan gelmesinde mahzur görmemiş, fakat bu yabancı sermaye için kapitülasyonlardaki şartlara dayanan hiçbir imtiyaz verilmiyeceğini bildirmişti. Yüzyıllarca milli ekonomimizi, şahsi teşebbüsleri, küçük sermayeyi ezmiş bulunan kapitülasyonların tesirinden kurtulunca küçük sermaye sahiplerini teşvik eden Atatürk 26 ağustos 1924’te İş Bankasını kurdurmuş, istihsali sağlayan çiftçinin ve köylünün “Memleketin Efendisi” olduğunu bir nutkunda belirttiği gibi, Ankara’nın kıraç topraklarında, her türlü tarım tesislerini haiz Orman Çiftliğini meydana getirmiş, kendi parası ile meydana çıkardığı bu tesisleri daha sonra memlekete Türk milletine emanet ederek bağışlamıştı.
Atatürk’ün Dış Siyaseti
Atatürk dış siyasette bağımsızlıklara saygı gösteren, kinsiz bir siyaset takip etmişti. “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikasını kurması Lozan’dan sonra başka milletler arasında da Türkiye’nin itibar ve sevgi kazanmasını sağlamış, bölge dostluk paktları, saldırmazlık antlaşmaları yapılmış, bu hareketlerden doğan güvenle Türkiye 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye olmaya davet edilmişti.
Türk milletini yepyeni bir çehre veren Atatürk askeri dehası, siyasi davranışı ve dünya barışına karşı gösterdiği hassasiyet ile bütün dünyanın dikkatini üzerine çekmiş ve birçok hükümdar onunla şahsen görüşmek arzusunda bulunmuşlardı. Muhtelif fasılalarla İstanbul’a, Ankara’ya gelen hükümdarlar onunla tanışmış, siyasi görüşlerini takdirle karşılamışlardı.
Atatürk sadece kendi memleketimiz için değil, uluslararası ilişkiler için de barışı kendisine gaye edinmişti. Özellikle bizimle komşu olan ülkeler arasında tam bir barış hüküm sürmesi en çok arzuladığı şeylerden biriydi.
1933 yılından sonra Avrupa’da bir siyasi buhran başlamıştı. Atatürk memleketimizin güvenliğini ve komşu memleketler arasında barışı sağlamak için Balkan Antantını meydana getirdi (1934). Öte yandan, Doğuda Sadabad Paktı imzalandı (1937). Ayrıca Lozan Antlaşması ile Boğazlar askersiz bir bölge haline getirilmiş bulunuyordu. 1936’da imzalanan Montrö Antlaşması ile bu kayıt da kaldırıldı.
Atatürk’ün dünya görüşü milli düşüncelerle insani düşünceleri birbirinden ayırmazdı. Ona göre milletlerarası münasebetler milli olduğu kadar insani duygular üzerine de kurulmalıydı.
Kendisi bu hususta şunları söylemiştir:
— “Eğer devamlı sulh isteniyorsa, kitlelerin vaziyetlerini iyileştirecek beynelmilel tedbirler alınmalıdır. İnsanlığın heyet-i umu-miyesinin refahı açlık ve tazyikin yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları haset, aç gözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir.“
Yapılan antlaşmalar sonunda bazı yabancı devlet başkanları memleketimize gelerek Atatürk’ü ziyaret ettiler: 4 ekim 1933’te Yugoslavya Kralı Aleksandar, 16 haziran 1934′ te İran Şahı Rıza Pehlevi Türkiye’ye geldi. 4 eylül 1936’da İngiltere Kralı VIII. Edward Türkiye’ye gelerek Atatürk’le görüştü.
Atatürk Soyadı
Atatürk, B. M. Meclisinin 24 kasım 1934 tarihli toplantısında kabul ettiği özel bir kanunla bu soyadını almıştır. Kendisinden ilk defa Ata Türk diye bahseden Saffet Arıkan’ dır. Saffet Arıkan, Türk Dil Kurumu başkanı bulunduğu sırada radyoda yaptığı bir konuşmada (26 eylül 1934) büyük önderimizden Ata Türk diye bahsetmiştir.
Atatürk Hastalanıyor
Atatürk 1938 yılının ilk aylarında Yalova ve Bursa’ya gitti. Termal Oteli yeni yapılmıştı. 22 ocak 1938’de Yalova’ya giderek bu otelin ilk misafiri oldu. 1 şubat 1938’de Gemlik’te yapılan Suni İpek Fabrikasının açılış töreninde bulunduktan sonra ertesi gün de Bursa’da kurulan Merinos Fabrikası’nın açılışında bulundu. Kendisini karşılayan Bursalılar’ın şiddetli bir yağmur yağmasına rağmen tezahüratta bulunmalarına karşılık Atatürk de açık bir otomobille şehre girmişti. Çelik Palas
Anonim Şirketindeki hisselerini, Bursa’daki köşkünü, köşkün tamiri için de bankada bulunan parasını Bursa belediyesine bağışladı.
Atatürk Yalova ve Bursa seyahatlerinde kendisini üşüttü. Zayıf düşmüştü. Çankaya’da ki köşkte bir müddet dinlenmesi gerekti. Rahatsızlığı fazla endişelenecek bir derecede olmamakla beraber, her ihtimale karşı Fransa’dan iç hastalıkları uzmanı Prof. Fissenger getirildi. Yapılan muayene sonunda, hastalığın kısa bir dinlenmeyle geçeceği hakkında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliğince yayınlanan bildiri bütün yurtta geniş bir ferahlık uyandırdı.
Atatürk 11 mayısta, Ankara’da, Marmara Köşkü’nde, millete hediye ettiği çiftliklerinin ve Ankara belediyesine bağışladığı bazı arsa ve yapıların, Cumhuriyet Halk Partisi’ne bağışladığı Ulus Basımevi ile o civardaki arsanın hibe vesikalarını yetkili memurlar huzurunda imzaladı.
19 mayıs 1938 Spor ve Gençlik Bayramı gösterilerini seyrettikten sonra Güney illerimizde bir inceleme gezisine çıkan Atatürk, Silifke ve Mersin’e gitti. Birkaç gün Mersin’de kalarak oradaki birliklere küçük ölçüde tatbikat yaptırıp Adana’ya döndü. Bu, büyük askerin ordusu ile yaptığı son yakın temastı. Bu gezi kendisini pek yormuştu. Ankara’ya uğrayıp tedavi ve dinlenme için İstanbul’a gitti.
Uzman hekimlerin yaptıkları konsültasyon sonunda Atatürk’ün karaciğerinden mustarip olduğu anlaşıldı. Fransa’dan Prof. Fissenger, Berlin’den Prof. Bergmann, Viyana’dan da Prof. Epinger davet edilerek hastalığın tedavisi hakkında fikirleri alındı. Yurdun en muktedir hekimleri de daimi tedavi heyetine katıldılar.
1 haziran 1938’de Atatürk için alınan “Savarona” yatı İstanbul’a gelmişti. Atatürk uzun müddet bu yatta kalıp dinlendi. Devlet işlerini buradan idare etti, bakanların ziyaretini burada kabul etti. Hastalığının ciddi olduğu duyuluyor, hakkındaki endişeler yurdun her yanında üzüntü uyandırıyordu.
4 temmuz 1938’de Hatay’ın bağımsız bir devlet olması Atatürk’ün son çalışmalarının bir neticesiydi. Fakat Atatürk artık ciddi şekilde hastaydı. 18 ekimde bildiriler yayınlanarak, sağlık durumu hakkında millete bilgi verilmeye başlandı. 22 ekimde hastalığın düzelmeye yüz tutmuş olduğu bildirildi. Fakat Atatürk Cumhuriyetin 15. yıl dönümü töreninde Ankara’ya gidemedi. Bu büyük bayramın sevincine bütün yurtta derin bir üzüntü karışmıştı. Atatürk bitkin bir halde yatarken orduya bir mesaj yazdırdı ve bunu yatağının içinde kendisi düzeltti.
Orduya Son Sözleri
Büyük Önder, asker ve subay arkadaşlarına son hitabı olan bu mesajda şöyle diyordu:
“Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!
Memleketi en buhranlı ve müşkül anlarında, zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet’in bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtalarîyle mücehhez olduğun halde vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.
Bugün, Cumhuriyet’in on beşinci yılını mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden büyük Türk milletinin huzurunda, kahraman ordu, sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken büyük ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum.
Türk vatanının ve Türk camiasının şan ve şerefini, dahilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır. Büyük ulusumuzun orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silâhlar ile bir kat daha kuvvetlenerek büyük bir feragat-i nefis ve istihkar-ı hayat ile her türlü vazifeyi ifaya müheyya olduğunuza eminim. Bu kanaatle kara, deniz, hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selâmlar ve takdirlerimi bütün ulus muvacehesinde beyan ederim.
Cumhuriyet bayramının on beşinci yıldönümü hakkınızda kutlu olsun.”
Atatürk’ün Ölümü
8 Kasım 1938’de Atatürk’ün sağlık durumu hakkında yayınlanan dokuzuncu bildiride, hastalığının normal seyrinden çıkarak sıhhatinin yeniden ciddiyet kazandığı bildirildi. Yabancı uzmanların da katıldığı konsültasyon sonunda Atatürk’ün karnından su alınması gerektiği anlaşıldı. Dikkat ve özenle yapılan bu işlemler Atatürk’ün ömrünü ancak birkaç gün için uzatabilecekti.
9 kasım gecesini koma içinde geçiren Atatürk, artık erimiş, sönmeye yüz tutmuştu. Ertesi sabah, 10 kasım 1938 günü, sabahleyin saat 09:05’te Türk milletinin kurtarıcısı, eşsiz kahraman Atatürk hayata gözlerini yumdu,
Atatürk’ün ölümü haberi bütün Türkiye’de göz yaşları içinde karşılandı. Bütün ulus onun için gerçekten ağladı.
16 kasımda Dolmabahçe Sarayı’nda bayrağa sarılı tabutu, muhteşem bir katafalk üzerinde halkın ziyaretine açıldı. Üç gün, üç gece gözleri yaşlı halk seli, generallerin ve subayların saygı nöbeti tuttukları bu muhterem tabutun önünden geçtiler.
Dolmabahçe Sarayı’nın tören salonunda 19 kasım 1938 cumartesi günü Atatürk’ün cenaze namazı Profesör Şerafettin Yaltkayatarafından kıldırıldı. Büyük Başkomutanlarının tabutunu omuzları üzerine alan on iki general onun cenazesini sarayın önüne getirilen top arabasına kadar taşıdılar. Gülhane Parkı rıhtımından alınan tabut bir torpidoya konuldu, «Yavuz» zırhlısına geçirildi.
«Yavuz» büyük mateme katılmak için yabancı devletlerin gönderdikleri savaş gemileriyle Büyükada açıklarına kadar uğurlandı. Gece İzmit’ten özel bir trene konulan cenaze, yol boyunca gözleri yaşlı halkın önünden geçerek, 20 kasım 1938 pazar günü Ankara’ya getirildi.
Tabutu trenden gene on iki general alarak top arabasına koydular. Cenaze yüz bir pare topla selamlandı, Büyük Millet Meclisi önüne konulan katafalka yerleştirildi. Ankara halkı büyük ölünün önünde saygı geçişini yaptı. Ertesi gün muhteşem bir törenle Büyük Millet Meclisi önünden alınan cenaze Etnografya Müzesi’ne getirilerek hazırlanan mermer lahde konuldu.
Daha sonra Atatürk’ün tabutu 10 kasım 1953’te Etnografya Müzesi’nden alındı, ayrı bir törenle Anıtkabir’e nakledilerek ebedi istirahatgahına tevdi edildi.