İHLAS SURESİ
Adı: “İhlâs” bu surenin sadece ismi değil, konusudur da. Bu surede hâlis Tevhid beyan edilmiştir. Kur’an’ın diğer surelerinde de kullanılan “ihlas” kelimesi bu sureye isim olmuştur. Ancak bu surede “ihlâs” kelimesi kullanılmamıştır. Bu isim, surenin manası itibariyle bu sureye verilmiştir. Bir kimse anlayarak bu sureye iman ederse, şirkten kurtulur.
Nüzul zamanı: Bu surenin Mekkî mi, Medenî mi olduğunda ihtilâf vardır. Bu ihtilaf, nakledilen çeşitli rivayetlerden kaynaklanır. Aşağıda bu rivayetleri zikredeceğiz:
1) İbn Mesud’dan şöyle rivayet edilmiştir. Kureyşliler Rasulullah’a şöyle sorarlardı: “Rabbinin nesebi nedir?” Bunun üzerine bu sure nazil oldu. (Taberanî). Araplarda bir yabancıyı tanımak istediğinde “Onun nesebi nedir?” diye sormak adetti. Çünkü onlarda bir kimseyi tanımanın ilk şartı, nesebinin ne olduğu ve hangi kabileden geldiğinin açıklanmasıydı. Aynı şekilde Rabbinin kim olduğunu öğrenmek için Resulullah’a da Rabbinin nesebini sormuşlardı.
2) Ebu Ya’la, Ubey b. Ka’b’tan rivayet eder: Müşrikler, “Rabbinin nesebini söyle” dediklerinde Allah (c.c.) bu sureyi nazil etti. (Müsned-i Ahmed, İbn Ebi Hatim, İbn Cerir, Tirmizî, Buharî, İbnü’l Münzir, Beyhaki). Tirmizi’de Ebu Ya’la’dan bir rivayet nakledilmiş, ancak Ubey zikredilmemiştir. Tirmizi buna karşın hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
3) Cabir b. Abdullah’tan şöyle rivayet edilmiştir. Bir Arabî (bazı rivayetlere göre halk) Rasulullah’a şöyle sordu: “Rabbinin nesebi nedir?” Bunun üzerine Allah (c.c.) bu sureyi inzal buyurdu. (Ebu Ya’la, İbn Cerir, İbn Münzir, Teberanî, Beyhakî, Ebu Nuaym, fi’l Hilye)
4) İkrime, İbn Abbas’tan şöyle nakletmiştir. İçlerinde Ka’b b. Eşref ve Huyey b. Ahtab’ın da bulunduğu Yahudilerden bir grup, Rasulullah’a gelerek şöyle sordular. “Ey Muhammed! Seni gönderen Rab nasıldır?” Bunun üzerine bu sure nazil olmuştur. (İbn Ebi Hatim, İbn Adiyy, Beyhakî, fi’l Esma ve’s sıfat)
Ayrıca bazı rivayetler de İbn Teymiye’nin İhlas suresi tefsirinde nakledilmiştir.
5) Enes b. Malik’den şöyle rivayet edilmiştir. Hayber’deki bazı Yahudiler Rasulullah’a gelerek şöyle dediler: “Ey Ebu’l Kasım! Allah (c.c.) melekleri nurdan, Adem’i kokmuş çamurdan, İblis’i ateşten, göğü dumandan ve yeryüzünü su köpüğünden yaratmıştır. Peki Rabbinin kendi mahiyeti nedir?” Rasulullah onların bu sorusuna cevap vermedi. Bu sırada Cebrail gelerek, “Ey Muhammed (s.a)! Onlara de ki, (kul hüvellahu ehad)…” dedi.
6) Amir b. Tufeyl Rasulullah’a şöyle sordu: “Ey Muhammed! Sen bizi neye davet ediyorsun?” Rasulullah: “Ben sizi Allah’a davet ediyorum” buyurdu. Amir şöyle dedi: “O zaman, O’nun keyfiyetini anlat. Altından mı, gümüşten mi. yoksa demirden mi?” Bunun üzerine bu sure nazil olmuştur.
7) Dahhak, Katade ve Mukatil’in açıklaması şöyledir. “Ey Muhammed, Rabbinin keyfiyetini anlat, belki iman ederiz. Allah (c.c.) kendi sıfatlarını Tevrat’ta bildirmiştir. Ama sen neyden yapıldığını, hangi cinsten olduğunu söyle. Altından mı, bakırdan mı, yoksa pirinçten mi? Veya demir ve gümüşten mi? O, ne yiyor, ne içiyor? Kimden veraset almış ve varisi kim olacak.” Bunun üzerine Allah (c.c.) bu sureyi inzal buyurdu.
8) İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilmiştir: Necran Hristiyanlarından bir heyet bir Papazla birlikte Rasulullah’ın huzuruna geldi. Rasulullah’a şöyle sordular: “Rabbinin nasıl olduğunu söyle. Hangi maddedendir?” Rasulullah şöyle buyurdu: “Benim Rabbim hiçbir şeyden meydana gelmedi. O, herşeyden farklıdır.” Bunun üzerine Allah (c.c.) bu sureyi indirdi. Bu rivayetlerden anlaşılıyor ki, Rasulullah’a çeşitli zamanlarda, insanları davet ettiği mabudun mahiyet ve keyfiyeti sorulmuştur. Rasulullah her defasında Allah’ın emriyle bu cevabı vermiştir. İlk önce Mekke’deki müşrik Kureyşliler sormuşlar ve bu sorunun cevabı olarak ihlas suresi nazil olmuştur.
Daha sonra Medine’de Yahudiler ve Hristiyanlar, bazen de diğer Araplar sözkonusu soruyu Rasulullah’a yöneltmişler, her defasında da onlara cevap olarak Allah (c.c.) bu sureye işaret etmiştir. Bu rivayetlerden anlaşılan şudur ki, Rasulullah’a sözkonusu soru yöneltildiğinde cevap olarak her defasında bu sureyi okuduğu için, bu sureye hep yeni nazil olduğu zannıyla bakılmıştır. Onun için, bu rivayetlerin birbirine tezat olduğu gözüyle bakıp yanılgıya düşülmemelidir. Aslında bir mesele hakkında daha önce nazil olmuş bir ayet veya sure varsa, aynı mesele hakkında tekrar soru sorulduğunda Allah (c.c) bu sorunun cevabı olarak ilgili sureye işaret ediyor ve Rasulullah da onu okuyordu. Muhaddisler bunu şöyle açıklamışlardır: “Filan mesele hakkında veya filan soru üzerine bu ayet nazil olmuştur. Buna “nüzul tekrarı” denilmiştir. Yani bir ayet veya bir sure bir defadan fazla nazil olmuştur.
Aslında doğru görüş, bu surenin Mekkî olduğudur. Hatta surenin muhtevasından, Mekke döneminin başlangıcında nazil olduğu anlaşılmaktadır. O zamana kadar, Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında Kur’an’da herhangi bir ayet nazil olmamıştı. Resulullah’ın Allah’a davetini dinleyenler, Rasulullah’ın ibadet ettiği Rabbin nasıl bir şey olduğunu merak ediyorlardı. Bu surenin Mekke döneminin başında nazil olmasının delili, Mekke’de Hz. Bilâl’in sahibi Umeyye b. Halef’in, Bilâl’i kızgın kuma yatırarak göğsüne taş koyduğunda Bilâl’in, “ehad, ehad” diyerek Allah’ı zikretmesidir. Bu kelime ihlas suresinden alınmadır.
Konusu: Surenin nüzulü hakkında yukarıda zikredilen rivayetler gözönüne alınırsa, Resulullah’ın Tevhide davet etmeye başladığı dönemde insanların kafasındaki ilahi düşüncenin nasıl olduğu anlışılır. Putperest müşriklerin taptığı ağaçtan, taştan, altından, gümüşten vb. çeşitli ilahlar şekil, suret ve cisim sahibi idiler. Tanrı ve tanrıçalarında üreme vardı. Hiç bir tanrıça kocasız değildi. Hiçbir tanrı da karısız değildi. Onların sözde yemeye, içmeye de ihtiyaçları vardı. Onlara tapanlar bu nedenle tanrılarına yeme, içme imkânı sağlıyorlardı. Müşriklerin büyük bir bölümü, Allah’ın insan şeklinde insanların arasına geleceğine de kail idiler. Bazıları O’nun temsilcisi durumundaydılar. Hristiyanlar, bir Allah’a inandıklarını iddia etseler de inandıkları tanrının en azından bir oğlu vardı. Oğlu ile baba arasında Ruhu’l Kudüs’ün de önemli bir yeri vardı; hatta tanrının anası ve kaynanası da vardı. Yahudilerin de bir Allah’a inandıklarını iddia etmeleri boşunadır. Çünkü inandıkları ilah, maddi cismanilikten ve insani sıfatlardan uzak değildi. Mesela yürürdü. İnsani şekilde gelirdi. Kendi kulları ile güreş de yapardı. En az bir adet oğul’un (Uzeyr) babasıydı. Bu dini grubun dışında mecusiler ateşe taparlardı.
Sabiiler de yıldızlara taparlardı. Bu şartlarda, Rasulullah insanları “vahdehu la şerikeleh”e inanmaya çağırınca, doğal olarak zihinlerine, bütün mabudların terkedilerek bir olduğuna inanılacak Rabbin nasıl bir şey olduğu sorusu gelmişti. Kur’an-ı Mecid’in icazıdır ki, onların bu sorularına karşı birkaç kelime ile Allah’ın zatı hakkında öyle bir tasavvur verilmiştir ki, bütün müşrik düşüncelerin kökü kazınmıştır. Mahlukatın sıfatlarından hiçbir sıfatın O’nun zâtına karışmasına bir mahal bırakılmamıştır.
İhlas Suresinin Fazileti ve önemi: Bu sure, Rasulullah’ın indinde çok yüce bir yere sahipti. Rasulullah, çeşitli yollarla bu surenin önemini müslümanlara idrak ettirmek için uğraşmıştır ki müslümanlar bu sureyi okusunlar ve halka yaysınlar. Bu sure, insanın zihnine hemen yerleşen İslam’ın birinci temel akidesini (Tevhid akidesi) beyan etmiştir. Hadislerde de pek çok rivayette Rasulullah’tan, bu surenin Kur’an’ın üçte birine eşit olduğu mervidir. Buharî, Müslim, Ebu Davud, Neseî, Tirmizî, İbn Mace, Müsned-i Ahmed, Taberanî vs. de bu konu hakkında müteaddit hadis, Ebu Said Hudrî, Ebu Hureyre, Ebu Eyyub el-Ensarî, Ebu Derda, Muaz b. Cebel, Cabir b. Abdullah, Ubey b. Ka’b, Ümmü Gülsüm b. Numan, Enes b. Malik ve Ebu Mesud’dan (r.a) menkuldür. Müfessirler, Rasulullah’ın bu buyruğu hakkında pek çok açıklama yapmışlardır. Buna göre en doğru izah, Kur’an-ı Kerim’ın açıkladığı dinin üç temel esasa dayandığıdır. Birincisi tevhid, ikincisi risalet ve üçüncüsü ahirettir. Bu surede halis tevhid beyan edildiği için, Rasulullah bu surenin Kur’an’ın üçte birine eşit olduğunu beyan etmiştir.
Buharî, Müslim ve başka Hadis kitaplarında Hz. Aişe’den nakledilen bir rivayete göre, Rasulullah bir grubu sefer için göndermişti. İçlerinden bir şahıs kıldırdığı bütün namazları İhlas suresi ile bitiriyordu. Geri döndüklerinde gruptakiler bunu Resulullah’a anlattılar. Rasulullah, niçin böyle yaptığını ona sormalarını istedi. Ona sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Ben surede Rahman’ın sıfatları zikredildiğinden bu sureyi çok seviyorum” deyince Allah’ın Rasulü (s.a): “O’na deyin ki, Allah da O’nu seviyor” diye buyurdu.
Buna benzer bir olay, Buharî’de Enes’ten mervidir. O şöyle demiştir: Ensardan bir sahabe Kuba mescidinde namaz kıldırdı. Her rekatta önce İhlas suresini okur, daha sonra başka bir sureyi ilave ederdi. Sahabe ona itiraz ederek: “Niçin böyle yapıyorsun? Sadece İhlas suresi yetmiyor mu ki yanında başka sure de okuyorsun? Bu doğru değil. Ya bu sureyi oku, ya da başka bir şey” dediler. O, şöyle cevap verdi: “O sureyi okumayı bırakamam. İsterseniz benim yerime bir başkası namaz kıldırsın.” Cemaat, O’nun yerine başkasını imam yapmak istemiyordu. Böylece mesele Rasulullah’a getirildi. Rasulullah ona şöyle sordu: “Arkadaşlarının söylediğini kabul etmene engel olan nedir? Her rekatta bu sureyi okumanın sebebi nedir?”. O şöyle cevap verdi: “Bu sureyi çok seviyorum.” Rasulullah: “Bu sureye olan muhabbetin seni cennete dahil etti” dedi.
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla
1 De ki:1 O Allah,2 birdir.3
2 Allah, Samed ‘dir (her şey O’na muhtaçtır, daimdir, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır).4
AÇIKLAMA
1. Bu emrin muhatabı Rasulullah’tır. Çünkü “Rabbin nasıldır?” sorusu Rasulullah’a sorulmuştur. Allah (c.c.) da bu nedenle “şöyle cevap veririz.” demiştir. Ama Rasulullah’tan sonra her mü’min bu emrin muhatabıdır. Rasulullah’a bu soru sorulduğunda nasıl cevap verdiyse, onlar da öyle cevap vermelidirler.
2. Yani, bilmek istediğiniz Rabbim yeni bir ilah değil, Allah’tır. Bu, soru soranlara ilk cevaptır. Bunun anlamı, benim Rabbim, diğer mabudları bırakarak kendisine ibadet edeceğiniz yeni bir Rab değildir. Aslında o Rab, Allah (c.c.) dediğiniz Rabbın aynısıdır. Allah (c.c.) kelimesi, Araplara yabancı değildi. Eskiden beri, kainatın yaratıcısı için “Allah” kelimesini kullanıyorlardı. Bu kelimeyi, başka bir mabuda isim olarak vermiyorlardı. Allah (c.c.) hakkındaki inançları Ebrehe Ka’be’ye saldırdığında netleşmişti. O zamanlar Ka’be’de 360 adet put olmasına rağmen, müşrikler, bunların hepsini bırakarak sözkonusu afetten kurtulmak için sadece Allah’a yalvarmışlardı. Onlar kalben çok iyi biliyorlardı ki, bu gibi nazik durumlarda onlara Allah’tan başkası yardım edemezdi. Ka’be’yi de bu ilahlarına değil, Allah’a nisbet ediyor ve “Beytullah” diyorlardı. Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde Arap müşriklerin Allah (c.c.) hakkındaki düşünceleri zikredilmiştir.
Meselâ Zuhruf suresinde: “Eğer onlara sizi kim yarattı? diye sorsan, Allah (c.c.) derler” (Zuhruf: 87) buyurmuştur.
Ankebut suresinde şöyle buyurulmuştur: “Eğer onlara göğü ve yeri kim yarattı, ay’ı ve güneşi kim musahhar kıldı diye sorsan, Allah (c.c.) derler… Eğer onlara, gökten kim yağmur yağdırıyor ve onun vasıtasıyla ölmüş toprağı kim canlandırıyor desen, Allah (c.c.) derler.” (Ankebut: 61-63)
Mü’minun suresinde şöyle buyurulmuştur: “Onlara deki: Eğer biliyorsanız söyleyin. Yeryüzü ve üzerindekiler kimindir? Derler ki Allah’ındır…. Onlara sorsan, yedi gök ve büyük arşın sahibi kimdir? Derler ki Allah’tır… Onlara de ki: Biliyorsanız söyleyin: Herşeye kadir olan kimdir? De ki: O halde sakınmaz mısınız? De ki: Eğer biliyorsanız, her şeyin mülkü ve tasarrufu kimin elindedir? Allah’ın elindedir, diyecekler”… (Mü’minun 84-89).
Yunus suresinde şöyle buyurulmuştur: “Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran kimdir? Bu kainatın nizamını kim idare etmektedir”…. (Yunus 31)
Yine Yunus suresinde başka bir yerde şöyle buyurulmuştur: “Sizi karada da, denizde de gezdiren O’dur. O kadar ki gemide bulunduğunuz bir sırada gemiler okşayıcı hoş bir hava içinde seyredip yol alırken, yolcular da bununla ferahlık ve neşe duyarlarken ansızın şiddetli bir fırtına gelir de dalgalar her yandan onlara yönelir, derken tamamen kuşatıp (yok olacaklarını) sanırlar ve ihlas üzere dini Allah’a, has kılıp O’na dua ederler, eğer bizi bundan kurtarırsa herhalde şükredenlerden oluruz, diye yalvarırlar. Ne zaman ki Allah (c.c.) onları kurtarır, yeryüzünde haksız yere taşkınlık ve azgınlığa başlarlar…” (Yunus 22-23).
Aynı nokta İsra suresinde şöyle tekrarlanmıştır: “Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O’ndan başka taptıklarınız ortadan yok olur; derken O sizi kurtarıp karaya ulaştırınca yüzçevirirsiniz…” (İsra 67)
Bu ayetleri dikkate aldığımızda, Rasulullah’a sorulan, “Bizi ibadet için çağırdığın Rab nasıldır? sorusuna cevap verirken “O Allah’tır” demesinin, onları ve kainatı yaratan, sahibi, rızık veren, idare eden olarak kabul ettikleri zatı kasdettiği açıktır. İşte Rasulullah onları bu Rabbe ibadet için davet etmiştir. Bu cevapta Allah’ın bütün sıfatları vardır. Onun için kainatı yaratan, onu idare eden, kainattaki her mahluku rızıklandıran ve afet geldiğinde onlara yardım eden Zat’ın (c.c) diri olmaması, görmemesi, duymaması, Kadir-i Mutlak olmaması, herşeyi bilen ve hikmet sahibi olmaması, Rahim ve Kerim olmaması, her şeyin üzerinde galip olmaması tasavvur edilemez.
3. Nahiv kurallarına göre, “huvellahu ehad” için müteaddit izahlar yapılmıştır. Bana göre bunun en uygun izahı, “huve” mupteda, “Allah” onun haberi, “ehad” ise ikinci haberidir. İkinci haber bakımından cümlenin anlamı: O (O’nun hakkında Resulullah’a soruyorsunuz) Allah’tır, birdir, şeklindedir. Diğer bir anlam da şöyle olabilir ve dil bakımından da yanlış olmaz: “O Allah (c.c.) birdir.”
Burada şu iyice anlaşılmalıdır: Bu cümlede “Allah” için, “ehad” kelimesi kullanılmıştır. Arapça’da bu kelimenin genellikle bu şekilde kullanılması istisnaîdir. Bu kelime genellikle muzaf (tamlayan), ya da muzafun ileyh (tamlanan) olarak kullanılır. Mesela “yevmul ehad” haftanın birinci gününü veya “feb’asu raculun ehadeküm” (adamlarınızdan birini gönderin) ya da genel bir nehiy (olumsuzluk) anlamında kullanılır.
Mesela, “hel indeke ehadun” (yanında kimse var mı?) Yine genellikle şart ifade etmek için de kullanılır. Mesela, “ehadin”, “isna” veya “ehade aşer” (Bir, iki veya onbir.) Bu gibi kullanımların dışında Arapça’da, bu kelimenin sıfat olarak kullanıldığı bir örnek yoktur; bu kelime hiçbir zaman bir şahıs ya da başka bir şeye sıfat olarak kullanılmamıştır. Kur’an’ın nüzulundan sonra da bu kelime yalnızca Allah’ın Zâtı için kullanılmıştır. Başka hiçbir şey için kullanılmamıştır. Bu istisnaî kullanımdan anlaşılıyor ki, “ehad” (bir) olmak ancak Allah’a ait özel bir sıfattır. Varlıklar arasında başka hiç kimse bu sıfatı taşımaz. Allah (c.c.) birdir ve O’nun benzeri yoktur.
Müşriklerin ve Ehl-i Kitab’ın Rasulullah’a Rabbi hakkında sordukları soruyu dikkate alarak onlara “huvallahu” dedikten sonra “ehad” diyerek nasıl cevap verdiğini görelim:
Bunun manası, Rab yalnızca O’dur. O’nun rububiyetinde hiç kimsenin payı yoktur. Rab aynı zamanda ilah (mabud) da olmalıdır. Çünkü O’nun uluhiyetinde de hiçbir ortağı yoktur.
İkincisi, bunun anlamı şöyle olabilir: Kainatın yaratıcısı yalnızca O’dur. Mahlukunu rızıklandıran ve zor durumda yardım eden de O’dur. Allah’ın bu özelliklerini sizler de kabul ediyorsunuz. Bu özelliklerde hiç kimsenin payı yoktur.
Üçüncüsü, onlar, “O neyden meydana gelmiştir, nesebi nedir, cinsi nedir, kimden miras almış, varisi kim olacak?” diye soruyorlardı. Allah (c.c.) bütün bu soruları sadece bir kelime ile, “ehad” diyerek cevaplandırmıştır. Bunun manası: a) O Allah (c.c.) ezelidir, ebedidir, O’ndan önce ve sonra hiç kimse yoktur. b) Allah’ın benzeri olmadığı için bir cinsi de yoktur. O tektir. c) O’nun Zat’ı vahid değil, ehadtır. O’nda çokluk olmadığına dair hiçbir şüphe yoktur. O’nda parçalanma da mümkün değildir. Hiçbir şekil ve sureti olmadığı için zaman ve mekâna da ihtiyacı yoktur. Rengi ve organları yoktur. O’nda değişiklik de yoktur. O her türlü kesretten pâk ve münezzehtir. Her bakımdan ehadtir. Arapça’da “vahid” kelimesi tek manada kullanılır. Çokluk bir şeyden bir tanesi kastedildiğinde bu kelime kullanılır. Meselâ bir kavim, bir ülke, bir dünya ya da bir kainat gibi. Topluca bir şeyin her parçasına da ayrı ayrı “vahid” denir. Mesela bir kavimden bir insan gibi. Ancak “ehad” kelimesi Allah’tan başkası için kullanılmız. Onun için Kur’an’da nerede “Vahid kelimesi kullanılmışsa, (Ancak bir ilahtır) veya “Allahu vahidu’l kahhar” (Ancak Allah (c.c.) tek kahhardır.) şeklindedir. “Vahid”, hiçbir yerde yalnız olarak kullanılmamıştır. Çünkü bu kelime çokluk teşkil eden şeyler için de kullanılır. Bunun tersine, “ehad” kelimesi mutlak olarak yalnız Allah (c.c.) için kullanılmıştır; çünkü yalnız O’nun (c.c) varlığında çokluk yoktur. O’nun vahdaniyeti her bakımdan kamildir.
4. Burada “samed” kelimesi kullanılmıştır. Kelimenin harfleri “Sad, mim ve dal”dır. Bu kelimeyi incelediğimizde Arapça’da ne kadar geniş anlam taşıdığını görürüz.
es-Samed: Kastetmek, geniş ve yüksek makam, yüksek satıh, savaşta açlık ve susuzluk hissetmeyen, zor durumda başvurulan reis.
es-Samed: Herşeyden yüksek kısım, kendisinden üstün kimse olmayan en üstün şahıs, itaat edilen ve kendisine danışılmadan hiçbir karara varılamayan reis, ihtiyaç zamanı insanların rücu ettiği reis, daim, yüksek mertebe, hiçbir eksiği olmayan, içine bir şey girmeyen ve çıkmayan sağlam katı bir şey, savaşta açlık ve susuzluk hissetmeyen bir kimse.
el-Musmed: Eksikliği olmayan katı şey.
el-Musammed: Gitmeyi amaçladığı maksad, eksikliği bulunmayan sert bir şey.
Beytun Musammedun: İhtiyaç zamanında rücu edilen ev.
Binaun Musammedun: Yüksek bina.
Samedehu ve Samede ileyhi samden: O şahsa gitmeyi kastetmek.
Asmede ileyhi’l-emr: Muamele ona havale edilmiştir. Muamele, itimat edilen kişiye havale edilmiştir. (Sıhah, Kamus, Lisanu’l-Arab)
Bu lugavî manalara dayanarak, “Allahu es-samed” ayetinin tefsirini sahabe, tabiîn ve sonraki ehl-i ilm aşağıdaki şekillerde yapmışlardır:
Hz. Ali, İkrime ve Ka’b b. Ahbar’a göre “Samed”, kendinden üstün hiç kimse olmayan kişi anlamındadır.
Abdullah b. Mesud, İbn Abbas, Ebu Vâil Şakik b. Selma’ya göre, önderliği kâmil olan bir reis anlamındadır.
İbn Abbas’ın diğer bir kavline göre “Samed”, musibet veya bir afet geldiğinde herkesin yardım için koştuğu zâtdır. Diğer bir kavline göre, liderliği, şerefi, azameti, cÖmertliği, ilmi ve hikmeti bakımından kâmil olan zâtdır.
Ebu Hureyre’ye göre “Samed”in anlamı, hiç kimseye muhtaç olmayan ve fakat herkesin muhtaç olduğu mustağni bir kimsedir.
İkrime’nin diğer bir kavline göre, bir şeyden türememiş ve kendisinden de bir şey türemeyen kimsedir. Diğer kavline göre, yemeyen ve içmeyen kimsedir. Aynı anlamı taşıyan kavil, Şa’bi ve Muhammed b. Ka’b el-Kurzi’den de menkuldur.
Süddi’ye göre, istenen bir şeyi elde etmek ve musibet sırasında yardım istemek için başvurulan kimsedir.
Saîd b. Cübeyr’e göre, sıfat ve amel bakımından mükemmel kimsedir.
Rubey b. Enes’e göre, üzerine afet gelmeyen kimsedir.
Mukatil b. Hayyan’a göre, eksiği olmayan kimsedir.
İbn Keysan’a göre, sıfatları ile bir başkasının muttasıf olmadığı kimsedir.
Hasan Basrî ve Katade’ye göre, bâki ve zevalsiz olandır. Bunun benzeri bir kavil Mücahid, Muammer ve Murretu’l Hemedanî’den mervidir.
Murretu’l Hemedanî’nin bir diğer kavline göre, ne karar verirse ve ne isterse yapan kimsedir. Onun emir ve kararını kimse gözden geçiremez.
İbrahim Nehaî’ye göre, ihtiyaç zamanında başvurulan kimsedir.
Ebubekir el-Embârî, ehl-i lugat arasında “Samed” kelimesi için, “kendisinden üstünü bulunmayan reis” denildiği konusunda ihtilaf olmadığını söyler. İhtiyaç anında ve zor durumda insanların rücu ettiği reistir. Buna berzer bir kavil ez-Zeccac’dan da nakledilmiştir. Buna göre “Samed”, üstünde hiç kimsenin olmadığı ve ihtiyaç olduğunda herkesin güvendiği kimsedir.
Şimdi, birinci cümlede “Allahu ehadun” denilmesinin sebebini düşünelim. “Ehad” kelimesi yalnız Allah’ın Zâtına mahsus olduğun ve başkası için kullanılmayacağından bu kelime “ehadun” yani nekre (belirsiz) şekilde kullanılmıştır. Ama “Samed” kelimesi mahluk için de kullanılabildiğinden “Allah’u es-Samedu”, yeni ma’rife (belirli) şekilde “el” takısı ile kullanılmıştır. Yani “gerçek Samed Allah’tır” şeklindedir. Mahluk bir yönden samed olsa da, başka yönden değildir; çünkü fânidir, bâki değildir, parçalara ayrılabilir, taksim edilebilir, bileşik bir yapısı vardır, organları parçalanabilir. Bazı mahluklar ona muhtaç olsa da, o da bir başka bakımdan diğer mahluklara muhtaçtır. Önderliği izafidir, mutlak değildir. Bazılarından üstün olmasına rağmen, bazıları da ondan üstündür. Bazı mahlukun ihtiyaçlarına cevap verse de herkesin ihtiyacını karşılamaya gücü yetmez. Bütün bunların tersine Allah’ın samed olması her bakımından kâmildir. Bütün dünya O’na muhtaçtır. O hiç kimseye muhtaç değildir. Dünyada herşey, her varlık, beka ve ihtiyaç için, şuurlu ve şuursuz olarak O’na rücu eder. Herkesin ihtiyacını O karşılar. O bâkidir, zevalsizdir. Rızklandırır, rızka muhtaç değildir. Tektir, bileşik olmadığı için parçalanamaz ve taksim edilemez. Hâkimiyeti bütün kâinat üzerindedir ve herşeyden üstündür. Onun için Allah (c.c.) sadece Samed değil, asıl samed olandır, “es-Samed”tir. Yani gerçek samed olmak, tüm kemaliyle O’na aittir.
O’nun es-Samed olması, benzersiz ve bir tek olması, hiç kimseye muhtaç olmayıp herkesin O’na muhtaç olması gereken kimse demektir. “Es-Samed” iki ya da ikiden fazla zât olsa, herşeyden müstağni olması ve herkesin ihtiyacına cevap vermesi mümkün olamaz. Ayrıca, O’nun es-Samed olması, mabud olarak da tek olduğunu gösterir. Çünkü insan, ancak muhtaç olduğu kimseyi mabud olarak kabul eder. Bir zât ihtiyaca cevap vermiyorsa, aklı başında hiç kimse ona ibadet etmez.
3 O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır.5
4 Ve hiç bir şey O’nun dengi değildir.6
AÇIKLAMA
5. Müşrikler her devirde, İlah’ın da insan cinsinden olduğu düşüncesine sahip olmuşlardır. O düşünceye göre, birçok tanrı vardır. Bunlar, tanrı ve tanrıça şeklinde iki cinstir. İnsanlar gibi evlenirler ve çocuklara sahip olarak nesillerini devam ettirirler. Müşrikler, Alemlerin Rabbı Allah’ı da bu cahilane düşünceler dışında bırakmamışlardır. Allah’a da evlat nispet etmişlerdi. Arapların bu akidesi Kur’an-ı Kerim’de şöyle açıklanmıştır: Onlar melekleri Allah’ın kızları zannederlerdi. Diğer enbiyanın ümmetleri de bu cehaletten kurtulamamışlardı. Onlar, bazı salih insanları Allah’ın oğulları olarak kabul etmişlerdi. Bu hurafeler her zaman iki tip düşünceyle ifade edilmişti. Bazıları, kimi insanların Allah (c.c.) ile nesebî ilişkileri olduğuna inanmışlardı. Bazıları da kimi insanları Allah’ın evlatığı olarak görmüş, bu yönden oğlu olarak kabul etmişlerdi. Onlar bir kimseyi Allah’ın babası olarak nitelendirmeye ise hiçbir zaman cesaret edememişlerdir. Ancak apaçıktır ve mantıklarının da zarurî sonucudur ki, eğer onlar Allah’ın üremeden münezzeh olduğuna inanmıyorlarsa ve O’nun evladı olmadığı için bir başkasını evlatlık edinmek ihtiyacında olduğunu zannediyorlarsa; o zaman ister istemez Allah’ın da bir kimsenin (hâşâ) evlâdı olabileceğini kabul etmeleri gerekir. Onlar, ilah konusundaki düşünceleri nedeniyle Rasulullah’a önce Allah’ın nesebini, ikinci olarak da bu dünyayı kimden miras aldığını ve varislerinin kim olacağını sormuşlardır.
Bu cahilane düşünceyi tahlil edersek, bunu kabullenen kişinin başka zanları da kabul etmesi gerektiğini anlarız:
a) Eğer Allah (c.c.) bir değilse ve pek çok cins ilahtan biriyse, ayrıca onların ilahlıkları Allah’ın sıfat, fiil ve yetkilerine ortak olmak şeklindeyse, bu durumda Allah’ın sadece evladı değil, evlatlığını da ilah kabul etmek gerekir; çünkü evlatlık ancak aynı cinsten olabilir. Bunun sonucu olarak, Allah’ın cinsinden olan kimsenin de sıfatları inkar edilemez.
b) Eğer erkek ve dişi ilah varsa, çocuk meydana gelebilmesi için aralarında cinsel birleşme olmalıdır. Hâşâ, bu kabul edilirse Allah’ın maddî olduğunu ve bu maddeden bir de karısının bulunduğunu kabul etmek gerekir.
c) İnsanlar fânidir. Bu nedenle nesillerinin devamı için cinsî birleşme yaparak ürerler. Eğer Allah’ın da ürediğine inanılıyorsa, O’nun da (c.c) fâni olduğu (hâşâ) kabul edilmek zorunda kalınır. Bunun yanısıra, üreyen cinslerin bir başlangıç ve sonları vardır. Onlar ne ezelî ne de ebedîdirler. Allah’ın ürediğine inanılırsa, O’nun da bir başlangıcı ve sonu olduğunu kabul etmek zorunda kalınır.
d) Evlatsız bir kimse, kendisine yardımcı olarak bir evlatlık alır. Böylece ölümden sonra kendisine varis olmasını sağlar. Dolayısıyla, eğer Allah (c.c.) için evlatlık kabul edilirse, evlatlık edinmek zorunda kalan insanların taşıdığı bütün zaafları Allah (c.c.) için de kabul etmek zorunda kalınır.
Bütün bu varsayımlar Allah’a “ehad” ve “es-Samed” denilerek kökten çürütülmüştür. Buna rağmen surenin devamında ayrıca “doğurmamış, doğurulmamıştır” denilerek şüpheye hiç mahal bırakılmamıştır. Çünkü bunlar, Allah’ın Zâtı hakkındaki şirkin en önemli sebepleriydi. Onun için Allah, İhlas suresinde bu şirkleri reddetmekle kalmadı, Kur’an’ın değişik yerlerinde çeşitli üsluplar ile bu konuya tekrar tekrar değindi ki, gerçek yerleşsin. Meselâ Nisa suresinde şöyle buyurulmuştur: “Ey Kitap Ehli, dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah (c.c.) hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın elçisi, O’nun Meryem’e attığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. Allah’a ve elçilerine inanın. Allah (c.c.) üçtür demeyin. Kendi yararınıza olarak buna son verin. Çünkü Allah (c.c.) yalnız bir tek tanrıdır. (Hâşâ) O, çocuk sahibi olmaktan münezzehtir…” (Nisa:171). Saffat suresinde de şöyle buyurulmuştur: “İyi bilin, onlar iftiraları yüzünden diyorlar ki, Allah (c.c.) doğurdu; Onlar elbette yalancıdırlar” (Saffat: 151-152). Yine Saffat suresinde şöyle buyurulmuştur: “O’nunla cinler arasında bir nesep uydurdular. Halbuki cinlere de onların getireceklerini bildirmiştir.” (Saffat:158). Zuhruf suresinde şöyle buyurulmuştur: “Kullarından kendisine bir parça tasarladılar. İnsan gerçekten apaçık bir nankördür.” (Zuhruf:15). En’am suresinde de: “Cinleri Allah’a ortak yaptılar. Halbuki onları O yaratmıştır. Bilmeden O’na oğullar ve kızlar icat ettiler. Hâşâ, O onların ileri sürdüğü niteliklerden münezzehtir. Gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun nasıl çocuğu olabilir ki? Kendisinin bir eşi yoktur. Herşeyi o yaratmıştır. Ve O herşeyi bilendir.” (En’am:100-101). Enbiya suresinde şöyle buyurulmuştur. “Rahman çocuk edindi, dediler. O yücedir. Hayır onlar, ikram edilmiş kullarıdır.” (Enbiya:26). Yunus suresinde şöyle buyurulmuştur: “Allah çocuk edindi dediler. Hâşâ, Allah (c.c.) bundan uzaktır.
O zengindir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Bu hususta hiçbir deliliniz yok. Allah (c.c.) hakkında bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz?” (Yunus:68) İsra suresinde de: “Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir yardımcısı bulunmayan Allah’a hamdolsun de ve O’nu gereği gibi tekbir et.” (İsra:111). Mü’minun suresinde: “Allah onların koştukları vasıflardan uzaktır.” (Mü’minun:91) buyurulmuştur.
Bu ayetlerde, Allah’a evlat ve evlatlık nispet edenlerin akideleri her yönüyle reddedilmiştir. Bu akidenin yanlışlığının delilleri de açıklanmıştır. Aynı konuda bu ve diğer ayetler, İhlas suresinin en iyi tefsirleridirler.
6. Buradaki kelime ‘küfüv’dür. Manası “benzer”dir. Aynı rütbeli, eşit anlamlarına da kullanılır. Bundan maksat, kız ve erkeğin toplumdaki seviyelerinin aynı olmasıdır. Bu ayetteki anlamı ise, kainatta hiç kimsenin Allah’ın benzeri olmadığı ve olamayacağıdır. Allah (c.c.) gibi ve aynı rütbede, özelliklerde, fiil ve kudretlerde O’nunla hiç kimse benzer olamaz.