VEDA HACCI VE PEYGAMBERLİK GÖREVİNİN SON BULMASI
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği Tuman, insanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, durmaksızın Rabbini hamd İle teşbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü o tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr 110/1-3) [1]
Htcrî 10. Yılı Zilhicce Ayı (Şubat 632)
Zahirî bir bakışla, Allah’ın zafer ve fetih nasip etmesine karşılık kulun şükretmesi tavsiye edilmeliydi. Teşbih ve istiğfarın zafer ve fetihle ne ilgisi olabilir diye düşünülebilir. Bu yüzden bir konuşma sırasında Hz. Ömer (ra), sahabe-i kirama bu âyetin anlamını sordu. İnsanlar değişik anlamlar verdiler. Hz. Ömer, Abdullah b. Abbâs’a baktı. Yaşı küçük olduğu için utancından cevap vermekte tereddüt ediyordu. Hz. Ömer onu cesaretlendirip ısrar edince; “Ayet, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in vefatının yakın olduğunu açıklıyor. Bağışlanmayı dilemek ölüme özgü bir tavsiyedir” dedi.
Bu sûrenin nazil oluşundan sonra Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem, ebedî aleme göçüşünün yaklaştığını anladı. Bundan dolayı artık herkes karşısında şeriat ve ahlâkın bütün temel esaslarını insanlar önünde açıklaması gerekliydi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, hicret ettiği günden beri o güne kadar hac görevini yerine getirmemişti. Kureyş buna uzun süre engel olmuştu. Hudeybiye barışından sonra fırsat bulduysa da şartları bu farzı en son demlerinde yerine getirmesini mecbur kıldı.
Özetle Zilkade ayında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in hac niyetiyle Mekke’ye gideceği ilân edildi. Bu haber birden her tarafa yayıldı. Birlikte hac yapma ve beraber yolculuk etme şerefine ermek için bütün Araplar ayaklandı. Cumartesi günü Zilkade ayının yirmialtısında Resûlüllâh gusül abdesti aldı ve yeni elbiseler giydi. Öğle namazından sonra Medine’den çıktı. Bütün eşleri yanındaydı. Medine’den altı mil mesafede Medineliler için hac mîkâtı olan Zülhuleyfe denen yere ulaştıktan sonra gece boyu orada kaldı ve ertesi gün tekrar gusül abdesti aldı. Allah Resulü ihramını giydi, iki rekaz namaz kıldı. Arkasından Kusvâ isimli devesine binerek yüksek sekle: “Lebbeyk Allâhümme leb-beyk…= Ey AUahım! Huzuruna geldim. Ey Allahım! Senin hiçbir ortağın yoktur! Huzuruna geldim. Övgü ve nimet yalnızca Sanadır! Mülk ve saltanatta hiçbir ortağın yoktur” dedi.
Bu hadisi rivayet eden Câbir (ra) şunu anlatmıştır: Başımı kaldırıp baktığımda önde-arkada, sağda-solda gözümün ulaştığı her yerde bir insan ormanı gördüm. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, “Lebbeyk” deyince her taraftan aynı ses yankılanıyor ve dağlar, ovalar inliyordu.
Mekke’nin fethinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in namaz kıldığı duraklarda feyiz ve bereket düşüncesiyle insanlar mescidler yapmışlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu mescidlerde namaz kılarak gidiyordu. Serf denen yere vardığında gusül abdesti aldı. Ertesi gün Zilhicce’nin 4. günü pazardı. Sabahleyin Mekke-i Mükerreme’ye girdi. Medine’den Mekke’ye yapılan bu yolculuk dokuz gün sürmüştü. Hâşim oğullan sülâlesinin çocukları, Allah Resûlü’nün Mekke’ye girdiğini haber alınca neşeyle evlerinden koştular ve Allah Resûlü’nün etrafını çevrelediler. Allah Resulü de duyduğu derin bir haz ve kalbinin derinliklerinden coşup gelen muhabbetle onları devesine, kimini önüne kimini arkasına bindirdi. Ka’be, gözlerine ilişince: “Ey Allahım! Bu eve daha çok şeref, daha çok değer nasip eyle!” diye dua etti. Sonra Ka’be’yi tavaf etti. Tavafı bitirdikten sonra İbrahim makamında iki rekat namaz kıldı ve şu âyeti okudu:
“Ve ibrahim makammı mescid edindiler.” (Bakara 2/125)
Safâ’ya ulaştığında da şu âyeti okudu: “Safa ile Merve, Allah’ın işaretlerindendir.” (Bakara 2/158) Kabe’yi görünce şu cümleleri söyledi:
“Allah’tan başka ilah yoktur. O’nun hiçbir ortağı yoktur. Hamd ve sena O’nadir. Hem öldürür, hem de diriltir, herşeye gücü yetendir. Hiç bir ilah yoktur, ancak sadece bir Allah vardır. Verdiği sözü yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş ve tek başına bütün kabileleri yenmiştir.”
Safâ’dan indikten sonra Merve’ye gitti. Burada da dua ve kelime-i tevhid okudu. Araplar hac günlerinde umre yapılmasını caiz görmezlerdi. Safa ile Merve tepeleri arasında sa’y tavafı yaptıktan sonra Allah Resulü yanlarında kurbanlık hayvanları bulunmayanların umrelerini tamamlayarak ihramı çıkarmalarını emretti. Sahabeden bazıları eski adetlere alışık oluşlarından dolayı emri yerine getirmekte tereddüt etmişler, eskisi gibi umreyi devam ettirmek istemişlerdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunun üzerine: “Eğer yanımda kurbanlık develer olmasaydı, ben de öyle yapardım” buyurdu. Hz. Ali (ra) Veda Haccı’ndan bir süre önce Yemen’e gönderilmişti. Bu arada o, Yemenli hacı kafilesini alarak Mekke’ye geldi. Yanlarında kurbanlıklar bulunduğu için onlar ihramlarını çıkarmadılar. Perşembe günü ayın sekizinde Hz. Peyamber sallallahu aleyhi vesellem bütün müslü-manlarla birlikte Minâ’da kaldı. Ertesi gün dokuz Zilhicce cuma günü sabah namazını kıldıktan sonra Minâ’dan hareket etti.
Kureyş haccetmek için Mekke’den çıktığında Arafat yerine sınırları içinde bulunan Müzdelife’de dururdu. Eğer haremin dışında başka bir yerde haccın şartlarını yerine getirdikleri takdirde, imtiyazlarına halel geleceğini zannederlerdi. Fakat bütün farklılıkları ortadan kaldırarak genel bir eşitlik kurmak üzere gelmiş olan islâm, hiçbir kabileye böyle bir imtiyaz tanınmasını kabul edemezdi. Allah Teâlâ’nın “Sonra insanların topluca akın ettiği yerden siz de akın edin” (Bakara 2/199) emri sebebiyle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de bütün müslümanlarla birlikte Arafat’a geldi ve: “Burada babanız ibrahim’in size miras bıraktığı yerler üzerinde vakfe yapınız” diye ilân etti.
Arafat’ta hacıların vakfeye durması, ibrahim (as)’ın bir hatırası idi ve Allah Resulü orayı bu özel amaç için belirlemişti. Arafat’ta Nemre denen bir yer vardı. Allah Resulü orada bir bez çadırda kaldı. Öğle vakti ilerleyince Kusvâ isimli devesine binerek meydanın ortasına geldi ve devenin üzerinde hutbesini okudu.
O gün, îslâmın bütün ihtişamıyla gözleri kamaştırdığı, bütün azametiyle ortaya çıktığı ve câhiliyenin bütün bozuk adetlerini çiğneyip sildiği ilk gündü, işte bu yüzden Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem: “Dikkat edin! Câhiliyenin bütün adetleri iki ayağımın altındadır” buyurmuştur.
İnsanın mükemmelliğe ilerleyiş yolundaki en büyük engel, makam ve sınıf farkıydı. Dünya milletleri, bütün dinler ve bütün ülkeler bunu değişik biçimlerde ortaya çıkarmıştı. Hükümdarlar, Allah’ın yeryüzündeki gölgesiydiler. Hiç kimsenin onların önüne çıkarak yaptıkları bir işe “Neden ve niçin yaptınız?” demeye hakları olamazdı. Dinî önderler dışında hiç kimse dinî meseleleri konuşamazdı. Asiller alt tabakalardan daha yüksek bir yaratıktı. Köle, efendisiyle asla eşit olamazdı. Artık bütün bu ayrıcalıklar, bütün bu üstünlükler, bütün bu sınıflandırmalar, birden kaldırıldı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem devenin üzerinden şöyle sesleniyordu:
“Ey insanlar! Dikkat edin şüphesiz ki Rabbiniz tektir. Şüphesiz babanız da tektir. Dikkat edin hiçbir Arab’ın bir Acem üzerinde üstünlüğü yoktur. Hiç bir Acem’in de Arap üzerinde üstünlüğü yoktur. Hiç bir beyazm siyaha, siyahın da beyaza üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva ile olur. Müslüman diğer müslü-manın kardeşidir, müslümanlar ancak birbirinin kardeşidir. Kölelerinize dikkat edin! Onlara kendi yediğinizden yedirin, kendi giydiğinizden giydirin.”
Arabistan’da herhangi bir sülâleden bir kişi bir başkası tarafından öldürüldüğünde onun intikamım almak, bir sülâle ve aile görevi kabul edilirdi. Yüzlerce yıl geçse de bu görev devam ederdi. Bu yüzdendir ki, sonu gelmeyen savaşlar zinciri doğar, Arabistan topraklan daima kana boyanırdı. Artık bu en eski adet, Arap-lar’m en bu eski övüncü, câhiliyeden kalma kin dolu bu alışkanlık yokedilmişti. En yüksek sesiyle haykırarak bunları anlatan Yüce Peygamber ilk önce örnek olarak kendi sülâlesini öne sürdü. Ve şöyle buyurdu:
“Câhiliye döneminin bütün kan davaları bâtıl ve geçersiz kılınmıştır. Herkesten önce kendi ailemin kan davası olan Rebîa b. Hâris’in oğlunun kan davasını bâtıl ve geçersiz kılıyorum.”
Faizle iş yapma, bütün Araplar arasında yaygınlaşmış, bütün toplumu pençesine almıştı. Faiz yüzünden fakirler soyulmuş, tüyleri yolunmuş, elleri boş, sırtları çıplak kalmış ve sonu gelmeyecek şekilde borç verenlerin kölesi haline gelmişlerdi. İşte bugün, o ağın iplerinin teker teker çözüldüğü, parçalandığı gündü. Bu görevi yerine getirmek için de hak ve hakikatin öğreticisi olan Peygamber herkesten önce kendi ailesini ileri sürerek şöyle buyurdu:
“Câhiliye döneminden kalma bütün faizler de geçersiz kılınmıştır. İlk önce kendi sülâlemin faizi olan Abbas b. Abdulmuttalib’in faizini geçersiz kılıyorum.”
Bugüne kadar kadınlar kumarbazların elinde durmaksızın el değiştiren, kumar aletleri gibi elden ele alınıp satılan, devredilen varlıklardı. Bugün ilk defa, bu mazlumlar sınıfı, bu nazik varlıklar topluluğu, bu narin cevherlerin değerinin verildiği başlarına şeref tacmın giydirildiği gündü:
“Kadınlara davranışınızda Allah’tan korkun. Sizin kadınlar üzerinde, kadınların da sizin üstünüzde hakları vardır.”
Araplar arasında can ve malın hiçbir değeri yoktu, isteyen istediğini öldürür, istediği malı gücü yetiyorsa çeker alırdı. Bugün, barış ve huzurun sultanı Muhammed sallallahu aleyhi vesellem bütün dünyaya sulh ve banş getirdiğini ilân ediyordu.
“Kanlarınız ve mallarınız kıyamete kadar bu gününüzün haram olduğu gibi, bu ayınızda ve bu şehrinizde haram olduğu gibi dokunulmazdır.”
îslâmdan önce dünyada bir çok din ortaya çıkmıştı. Ama bunların temel esası bizzat o şeriatı getiren peygamberlerin yazılı ilkeleri üzerine kurulmamıştı. Allah’ın onlara indirdiği hüküm ve emirlerin aslını ve ruhunu insanların keyfîlikleri bozmuştu. Kıyamete kadar bakî kalacak olan bu dinin Peygamberi, kendi hayatından sonra bu dine en ufak bir zarar gelmemesi için Allah’tan aldığı emirlerin hepsini kendi eliyle ümmetine teslim etmekte ve ardarda vurgulayarak şöyle buyurmuştur:
“Size birşey bırakıyorum. Eğer ona sımsıkı sarılırsanız, yolunuzu şaşırmazsınız, işte o Allah’ın Kitabı Kur’an’dır.”
Daha sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bazı temel hükümleri açıkladı:
“Allah Teâlâ her hak sahibine miras hukukuna göre hakkını vermiştir. Artık hiç kimsenin mirasçı hakkıyla ilgili olarak vasiyette bulunması caiz değildir.
Çocuk kimin yatağında doğmuşsa onundur. Zina yapan için taş vardır. Onun hesabını görecek olan Allah’tır.
Babasından başka birinin, kendisinin babası olduğunu iddia edenle, efendisinden başka birini kendisinin efendisi olduğunu iddia eden köleye Allah lanet etsin.
Dikkat edin, kadının, kendi kocasınm malından, onun izni olmadan başkasına vermesi caiz değildir. Alınan borç verilmelidir. Ödünç alınan iade edilmelidir. İkrama ikramla karşılık verilmelidir. Birini koruması altına alan kişi ondan sorumludur.”
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunları söyledikten sonra kendini dinleyen insanlara doğru şöyle seslendi:
“Beni size soracaklar, ne diyeceksiniz?”
Sahabe-i kiram: “Ey Allah Resulü! Allah’ın mesajını bize ulaştırdığını ve görevini eksiksiz yaptığını söyleyeceğiz” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem gökyüzüne doğru parmağını yükseltip üç kere: “Ey Allahım şahit ol! Ey Allahım şahit ol! Ey Allahım şahit ol!” buyurdu.”
Peygamber’in, bu peygamberlik görevini tam yerine getirdiği sırada şu âyet indi:
“Bugün dininizi tamamladım ve size olan nimetlerimi eksiksiz verdim. Müslümanlığı da size din olarak seçtim.” (Mâide 5/3)
Gerçekten insanı şaşkına çeviren ve hayretler içinde bırakan ibretli bir manzara vardı, insanlığın efendisi, yüzbinlerce insandan meydana gelen kalabalık karşısında Allah’ın buyruğunu ilan ederken, oturduğu minder, birkaç kuruştan daha fazla değeri olmayan deve semeriydi.
Hz. Peygamber sal lalla hu aleyhi vesellem, hutbesini bitirdikten sonra Bilâl-i Habeşî’ye ezan okumasını emretti ve öğle namazıyla ikindi namazını birlikte kıldı. Sonra devesine binerek Arafat’ta vakfe durduğu yere geldi ve orada ayakta durarak uzun süre yüzü kıbleye dönük olarak dua ile meşgul oldu. Gün batarken Allah Resulü oradan hareket etme hazırlığı yaptı. Üsâme b. Zeyd (ra)’ı devenin arkasına bindirdi. Devenin yularını kendisine doğru o kadar çok fazla çekmişti ki devenin boynu semere yapışıyordu. İnsanların akınından dolayı bir panik, bir kargaşa doğdu. Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem sağ eliyle insanlara Buhari’de anlatıldığına göre kamçıyla Ağır olun! diye işaret ediyor, mübarek diliyle de: “Ey insanlar sükûnetle, ey insanlar sükûnetle!” diyordu. Yolda bir yerde inerek taharet yaptı. Üsâme (ra), “Ey Allah Resulü namaz vakti daralıyor” dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de, “Namaz sırası gelecek” buyurdu.
Az sonra bütün kafileyle birlikte Müzdelife’ye gitti. Burada önce akşam namazını kıldı. Sonra insanlar kafilelerin yanma giderek bineklerini çöktürdüler. Henüz eşyalarını çözmemişlerdi ki, yatsı namazının kameti başladı. Namaz bittikten sonra Allah Resulü yattı ve sabaha kadar istirahat etti.
Gece yansı hergün yaptığının aksine gece ibadeti için uyanmadı. Hadis bilginleri, “İşte bu, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in teheccüd namazını kılmadığı tek gecedir” demişlerdir. Sabah erkenden kalkarak cemaatle sabah namazını kıldı. Kureyş kâfirleri o sırada Müzdelife’den geçiyorlardı. Güneş tam olarak doğup da çevredeki dağların sırtları aydınlanmaya başlayınca Kureyşliler yüksek sesle: “Ey Sebîr dağı! Güneş ışığıyla parla” derlerdi. Allah Resulü bu adeti iptal etmek niyetiyle güneş doğmadan önce oradan ayrıldı. Tarih, Zilhicce ayının 10. günü cumartesiydi.
Peygamberdin amcasının oğlu FadI b. Abbâs, devenin üstünde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’le birlikteydi. Hacc meselelerini öğrenmek isteyenler, sağından solundan gelip soru soruyorlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem cevap veriyor ve tok sesle ısrarlı bir şekilde hac menâsikini öğretiyordu. Muhassir vadisi yoluyla cemreye geldi. O sıralar küçük yaşta olan Ibn-i Abbâs’a, “Bana çakıl topla” buyurdu. Allah Resulü çakılları attı ve halka seslenerek şöyle buyurdu:
“Dinde aşırılıktan sakının. Çünkü sizden önceki milletler, bundan dolayı helak oldular.
Bu sırada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurdu:
“Hac erkânını iyice öğrenin. Bundan sonra bir daha hac yapıp yapamayacağımı bilmiyorum” buyurdu.
Buradan ayrılarak Minâ meydanına gitti. Sağında solunda önünde arkasında aşağı yukarı yüz bin müslüman bulunuyordu. Muhacir müslümanlar kıble yönünün sağında, ensar solunda ve diğer müslümanlar ortada saf tutmuşlardı. Hz, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem deveye binmişti. Bilâl (ra)’ın elinde de deve yavrusu vardı. Üsâme b. Zeyd (ra) arka taraftan bez gererek gölge yapıyordu. Allah Resulü başını kaldırıp bu muhteşem kalabalığa doğru bakınca peygamberlik görevinin yirmiüç yıl süren mücâdelenin sonucunun gözlerinin önüne serilmiş olduğunu gördü. Hakkın nuru yerden göğe her tarafı kaplıyordu. İlahî hükümlerin verildiği mahkemede bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin sürdüre geldikleri peygamberlik görevine, peygamberliğin son bulduğunu bildiren mühür basılıyordu. Dünya yaratıldığından beri geçen yüz binlerce yıl sonra fıtrat dîninin bütünleştiği müjdesini kâinatın her zerresinin ağzından duyuyordu.
Artık yeni bir şeriat, yeni bir düzen ve yeni bir dünya başladığı için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
“Zaman, dönüp dolaşıp Allah’ın yeri ve göğü yarattığı ilk günkü vaziyetine dönmüştür” buyurdu.
ibrahim (as)’ın hac ibadeti için belirlediği zaman, yer değiştirmişti. Bunun sebebi; Hac döneminde kan dökme hiçbir şekilde caiz olmadığından Araplar, kan dökme hırslarını tatmin etmek için bir bahaneyle savaş çıkarabilmek gayesiyle hac zamanını bazan geri, bazan da ileriye alıyorlardı. Artık bugün, haram ayların belirtilmesinin gerekliliği için fırsat doğmuştu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem şöyle buyurdu:
“Yılın oniki ayı vardır. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu dördün üçü birbiri ardınca gelen Zilkade, Zilhicce ve Muharrem aylarıdır. Dördüncü ay olan Receb ayı ise, Cemâziyelevvel ile Şaban ayı arasında bulunan Mudar’ın ayı Receb’dir.”
Dünyada adaletle insafın ve zulümle eziyetin odağı sadece üç şeydir: Can, mal ve namus. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, hutbesinde her ne kadar bu konuda konuşma yapmışsa da yüzlerce yıldan beri devam edip gelen Araplar’ın bu lekesini silmek için tekrar tekrar vurgulaması gerekiyordu. Bugünkü konuşmasına bu konu için çok etkili bir üslup kullanmıştı, insanlara yönelerek: “Bugünün ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu, insanlar: “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. Allah Resulü bir süre sustu, insanlar herhalde Peygamber güne bir başka ad koyacak sandılar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem uzun süre sustuktan sonra; “Bugün kurban günü değil mi?” buyurdu, insanlar: “Evet, şüphesiz öyledir” dediler. Sonra Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Bu ay ne ayıdır?” diye sorunca, aynı şekilde cevap verdiler. Allah Resulü yine uzun süre sustu ve: “Zilhicce ayı değil mi?” diye sordu, insanlar da, “Evet, şüphesiz öyle” dediler. Daha sona Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: “Bu hangi şehirdir?” diye sorunca, insanlar Önceki cevâbı tekrarladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yine uzun süre sükût etti. Sonra: “Burası belde-i haram değil midir?” buyurdu, insanlar da, “Şüphesiz Öyledir” dediler. Dinleyicilerin gönlünde ve kafasında bugünün, bu ayın ve bizzat içinde bulundukları bu şehrin, mübarek ve saygıdeğer olduğu, yani o gün, o ay ve o yerde savaşın ve kan dökmenin caiz olmadığı iyice yer edince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem tekrar:
“O halde sizin kanınız, malınız, namusunuz, kıyamete kadar aynı şekilde bu ayınızda, bu şehrinizde dokunulmaz ve mübarek olduğu gibi mübarektir” buyurdu.
Milletlerin yokolması, sürekli birbirleriyle savaşmaları, vuruşmaları ve birbirlerinin kanlarını dökmeleri sonucu olagelmiştir. Yıkılmaz bir millet ve bu milletin kurucusu olarak gelen Peygamber, yüksek sesle haykırarak arkasından gelenlere şöyle buyurmuştur:
“Dikkat edin! Benden sonra birbirinizin boynunu vurarak haktan sapıp geriye dönmeyin? Yakanda Rabbinizin huzuruna çıkacaksınız ve orada yaptıklarınızdan dolayı hesap vereceksiniz.”
Her tarafı kaplamış olan zulüm ve haksızlıklardan biri de: “Aileden bir kişi bir hata ve suç işlediğinde ailesindeki herkes bu suçun sorumlusu kabul ediliyor, çok kere asıl suçlunun gizlenmesi veya kaçması halinde hükümdar o aileden kimi yakaİarsa ona ceza veriyordu. Babanın suçuna karşılık oğlu idam edilebiliyordu. Oğlun cezasını suçsuz babası çekebiliyordu. Bu zâlim kanun, dünyaya uzun süredir hükmediyordu. Kur’an-ı Kerim’de “Hiç kimseye başkasının suçu yüklenemez” (En’âm 6/164) buyrularak böyle bir zulmün kökü kazınmıştı. Son Peygamber yeni bir idari düzen oluştururken bu ilkeyi unutamazdı. Bu konuda da şöyle buyurmuştur:
“Dikkat edin! Suçlu kendi suçundan sorumludur. Dikkat edin! Babanın suçunun sorumlusu oğlu olamaz. Oğlun suçundan da babası sorumlu olamaz.”
Arabistan’daki anarşi ve düzen bozukluğunun başta gelen sebeplerinden biri; herkesin, kendisinin başkalarından üstün olduğunu iddia etmesi ve başkalarının emri altına girmeyi kendisi için hakaret ve utanç kabul etmesiydi. Bu noktada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştu:
“Eğer burnu kesik, zenci bir köle bile başınıza geçer ve sizi Allah’ın Kitâbı’na uygun şekilde idare ederse, ona itaat ederek boyun eğiniz.”
Arap çöllerinin kum zerrecikleri dahi o gün îslâmın nuruyla aydınlanmışı. Kabe tekrar İbrahim milletinin merkezi haline gelmiş, fitne çıkaran güçler yerle bir edilmişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu meyanda şöyle buyurdu:
“Şeytan şu şehrinizde kendisine ibadet edilmekten ebediyyen ümidini kesti. Ama siz ufak tefek şeylerde ona itaat ederseniz, bu onu memnun edecektir.”
Son olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veseltem, herkese yeniden Îslâmın temel şartlarını hatırlatmıştır:
“Rabbinize ibadet edin. Beş vakit namazı kılın ve Ramazan aymda orucunuzu tutun. Size emrettiğim zaman itaat edin. Böyle yapın da Rabbinizin cennetine girin.”
Bu konuşmayı bitirdikten sonra Allah Resulü parmağıyla kalabalığa işaret etti ve: “Allah’ın mesajını size ulaştırdım mı?” diye sordu.
Hep bir ağızdan büyük bir gürültüyle: “Evet ulaştırdın!” dediler. Hz. Peygamber saîlallahu aleyhi vesellem de: “Ey Allahım! Şahit ol! buyurdu. Sonra insanlara hitaben: “Burada olanlar, burada bulunmayanlara ulaştırsın” buyurdu. Konuşması bittikten sonra bütün müslümanlara “Elveda!” dedi.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hutbeden sonra kurban yerine gitti. Orada: “Kurbanın sadece Minâ’da kesilmesi şart değildir. Minâ’da veya Mekke’nin herhangi bir sokağında kurban kesilebilir” buyurdu. Allah Resulü yanında kurbanlık yüz deve getirmişti. Birazını kendi eliyle kesti. Geri kalanlarım ise kesmesi için Hz. Ali’ye havale etti ve et, deri ne çıkarsa hepsinin hayır olarak dağıtılmasını, hatta kasap ücretinin dahi kurbandan verilmeyip ayrı olarak verilmesini emretti.
Kurban kesimi bittikten sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ma’mer b. Abdullah’ı çağırttı ve başını traş ettirdi. Büyük bir sevgi ve muhabbet göstererek mübarek eliyle bir miktar saçını ensardan Ebu Talha ve hanımı Ümmü Süleym’e ve yanında oturan bazı insanlara verdi. Geri kalan saçları ise Ebu Talha (ra) kendi eliyle bütün müslümanlara birer birer dağıttı. Bundan sonra Allah Resulü Mekke’ye döndü. Ka’be’yi tavaf etti. Onu da bitirdikten sonra zemzem kuyusuna geldi.
Zemzem kuyusundan hacılara su vermek Abdülmuttalib sülâlesinin görevi olduğundan o sırada bu ailenin insanları suyu çekerek insanlara dağıtıyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onlara bakarak: “Ey Muttaliboğulları! Eğer insanlar, sizin elinizden kovayı alarak bizzat kendi elimle su çıkarıp içtiğimi gördüklerinde onların da böyle yapmasından korkmasaydım, suyu kendi elimle çekip içerdim” buyurdu. Abbas (ra) kovayla su çekerek Peygamber’e sundu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yüzünü kıbleye dönerek ayakta içti. Sonra Mi-nâ’ya geri döndü ve öğle namazmı orada kıldı.
Geri kalan teşrik günlerinde Zilhicce’nin onikisine kadar orada kaldı. Her gün öğleden sonra şeytan taşlamak için gidip geliyordu. Ebu Davud’un Minâ’da Hutbe bölümü— naklettiği bir hadiste, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem’in Zilhicce’nin onikisinde Minâ’da bir hutbe irâd ettiği, ifadelerinin özet olarak bir Önceki hutbesinin benzeri olduğu anlaşılmaktadır. Zilhicce’nin onüçünde salı günü öğleden sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buradan çıkarak Muhâsib vadisinde durdu ve geceyi burada dinlenerek geçirdi. Erkenden kalkarak Mekke’ye hareket etti. Burada Ka’be’yi son defa tavaf etti ve sabah namazmı orada kıldı. Bundan sonra kafileler kendi yerlerine hareket ettiler ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, muhacir ve ensarla birlikte Medine’ye dönmek üzere harekete geçti. Yolda Cuhfe’den beş kilometre ilerde olan Hum denen yere uğradılar. Burada bir göl vardı. Arapça’da bu göle Ğadîr dendiğinden buranın adı rivayetlerde Ğadîr-i Hum olarak geçmektedir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem burada bütün ashabını toplayarak kısa bir konuşma yaptı:
“Allah’a hamd ve övgüden sonra. Ey İnsanlar! Ben de bir insanım. Rabbimin elçisi olan meleğin ruhumu teslim almak üzere bana gelmesi, benim de ona icabet etmem mümkündür. Aranızda çok değerli iki şey bırakıyorum. Biri Allah’ın Kitâbı’dır ki, içinde hidayet ve aydınlık vardır. Allah’ın Kitâbı’na sıkıca sarılınız, ikincisi ise ehl-i beytimdir. Ehl-i beytim hakkında size Allah’ı hatırlatırım.” Son cümleyi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem üç defa tekrarladı. Bu, Sahih-i Müslim’in “Hazreti Ali’nin Menkıbeleri” bölümündeki rivayettir. Nesâ’t Müsned-i İmam Ahmed, Tirmizî, Taberânî, Taberî, Hâkim ve diğerlerinin naklettikleri bu rivayette Hz. Ali’den bahseden ilave bir-iki cümle daha vardır. Bu ilave cümlelerden yukarda zikredilen kaynak eserler arasında ortak olanı şu cümledir.:
“Ben kime sevimli isem, Ali de sevimli olmalıdır. Ey Rabbim, Ali’yi sevenleri Sen de sev, Ali’ye düşmanlık gösterenlere Sen de düşmanlık göster.”
Bu hadisi değişik şekliyle nakleden hiçbir hadis kitabında bu sözleri söylemeye neden ihtiyaç duyulduğuna dair hiçbir açıklama yoktur. Buhârî’de şöyle denilmektedir: O günlerde Hz. Ali Yemen’e gönderildi. Oradan geri dönerek hacca iştirak etti. Yemen’de kendi irâde ve isteğiyle birşey yapmıştı ve beraber gittiği bazı kimseler bunu beğenmemişti. Onlardan biri gelerek Hz. Ali’yi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’e şikayet etti. Hz Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de: “Ali’nin, ondan daha fazlasını yapmaya hakkı vardır” buyurdu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Ali hakkındaki şüpheleri ortadan kaldırmak için böyle bir fırsatta bunları söylemiş olabilir, buna şaşmamak gerekir.
Medine yakınlarına ulaşınca geceyi Zülhuleyfe denen yerde geçirdi. Sabahleyin güneş doğarken, gülümseyen ışıklarıyla Medine üzerine yayılıp aydınlatmaya başladığında peygamberlik güneşi Muhammed sallallahu aleyhi vesellem de Medine’ye girdi. Medine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem’in gözleri önüne serilince şöyle buyurdu:
“Allah en büyüktür ve en yücedir. O’ndan başka ilah yoktur. Yalnız O vardır. Hiç birşey O’nun ortağı olamaz. Sadece O’nun hakimiyeti vardır. Övgü O’nadır. O herşeye gücü yetendir. Tevbe edenler olarak, kullar olarak, secdeye kapananlar olarak, Rabbinize hamd ediciler olarak geri dönenleriz. Allah verdiği sözü gerçekleştirdi. Kuluna yardım etti ve tek başına bütün kabileleri yenip perişan etti.”